Ne zamandır “Hür Adam” filmini izlemeyi düşünüyordum. Dün fırsatım oldu. Bazı bölümlerini tekrar tekrar, sindire sindire izledim sanki adeta yaşadım. Gerçekten seyredilmeye değer güzel bir film. Saidi Nursiyi tanıdığımı zannederdim ancak bu film ile adeta onun zamanına ışınlandım. Onun yaşadıklarını içimde hissettim. Gün boyu beni hep meşgul etti, düşüncelere sevk etti.
 
Yaşadığı o dönemlerin sosyal ve siyasal durumuna baktığımızda; çok zorlu bir yaşam tarzı görüyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun bitiş yılları, savaşlar, her türlü maddi imkanlardan yoksun olma, bidat ve hurafeler vardı. Saidi Nursi’nin Rusya’daki esirlik hayatı ayrı bir zorluk idi… Bütün bunların yanı sıra o zamanlar; asırlarca dünyaya hükmetmiş olan koskoca bir imparatorluk yıkılmış, dağılmış ve savaşlardan perişan olan bir halkımız vardı. Savaşlardan sonra rahat bir nefes almak isteyen halkımız, yeni hükümetin devrimci ve ınkılapçı fikirlerinden dolayı yer yer isyan etmeye başlar. Bunlar arasında 1925 yıllarında Doğuda şeriat adına cihad eden, Şeyh Said isyanı başlar. Saidi Nursi bu ayaklanmayı önlemek için var gücüyle uğraşır. Engelleyemez. İsyan yayılsa da, yeni hükümet bu ayaklanmayı önler. İsyancıları cezalandırır. Fakat bu olay sonucu o bölge insanları sürgün edilir. Bunlar arasında Saidi Nursi de vardır. Ve kendisi Barla’ya sürgün ile cezalandırılır.
 
Kendisi namazlarını asla terk etmez. Dinine, inancına bağlı, kılık kıyafeti islama uygun, müslümanca bir hayatı yaşamaya devam eder. Ta ki bir gün Barla’ya yeni hükümetten bir müfettiş gelir. Nahiye Müdürü ile konuşurlar. Müfettiş Bey der ki: -“Ankara’da büyük hazırlıklar yapıldı. Kılık kıyafet değişecek, yazı değişecek, kitaplar tamamen yenilecek. Dinmiş, ahretmiş, bu hurafeler kitaptan çıkacak… Avrupa ilim dedi, fen dedi; dini terk etti, ilerledi. Biz ne yaptık. Allah Allah dedik geri kaldık.”
 
Saidi Nursinin bu konuşmalardan haberi olur. Sanki büyük bir yangında her şeyini kaybetmiş gibi perişan olur. Dinin elden gideceğini görür. Ve o zamanın imansızlık hastalığına çareler düşünür. Hele hele Avrupa’daki liderlerin –“Türklerdeki Kur’an anlayışını kaldırmadıkça, onları yenemeyiz” düşüncesini dikkate alan Saidi Nursi, Kur’an hakikatlerine önem verir. İman esaslarını anlatmaya, yazmaya ve yazdırmaya başlar. Talebeleri çoğalır. Yazılar Osmanlıca yayılır. Yurdun çeşitli yerlerinde okunur hale gelir. Özellikle Ankara’da Osmanlıca nur risaleleri çoğalır. Yeni hükümet Barla’ya müfettiş görevlendirir. Olayları yerinde inceler. Bakar ki; kafalarda fotör şapka yok, kılık kıyafet İslami, Latin harfleri yok, ne demek namaz kılmak, olu mu öyle şey… Bütün bunları rapor eder.
 
Sonunda Saidi Nursiye Barla’dan, Merkez Isparta’ya sürgün kararı çıkar. Oradan ayrılmadan başındaki sarığını çıkarması ve fotör şapka giymesi istenir. O büyük bir haşmetle -“Bana bak Nahiye Müdürü! Ben sizin ecdadınızı temsil ediyorum. Bu sarık, ancak başla çıkar” cevabını verir. Her türlü baskı ve zulüm devam eder. İmkansızlıkları dolu dolu yaşar ama yılmaz. Her gittiği yerde Osmanlıca yazar ve yazdırmaya devam eder. Yıllarca eziyetler görür. Denizli’de mahkemeler sürer. Hapislere atılır. Ve sonunda onu kendi icraatlarından dolayı baskı altına alıp, büyüttüklerinin farkına varırlar. Yaptığı çalışmaların yeni hükümeti yıkıcı olmadığını anlarlar ve beraat ettirirler…
 
Zillet ile yaşamaktansa, izzet ile ölmek şereftir anlayışını ilke edinen, iman esaslarını ve hakikatlerini anlatıp, yazan, yazdıran Saidi Nursi’yi buradan rahmet ile anıyor, mekanı cennet olsun diyorum.
 
Şimdi buradan Saidi Nursi’yi sevenlere ve izinden gidenlere soruyorum. Saidi Nursi’nin imanını, islamını ve yaşayışını karşı çıktığı ideolejiye bulaştırmadan uyguluyor musunuz?
 
Ne mutlu Allah’ın dinini, islamını beşeri ideolejilere karıştırmayanlara.