Mahallelinin aklına ilk gelen, üstünüze afiyet yengeç sayrılığıydı. Bunca hormonlu gıdayı tükettikten, üstüne de çatıları baz istasyonlarıyla donattıktan sonra insanın aklına daha yatkın bir sebep gelmiyordu. Kimsenin kuşkusu yoktu ki Ömür Belli, umarsız bir sayrılığa yakalanmış, sayılı günlerini kalp kırmadan geçirmeğe çabalıyordu. O saldırgan, o anlayışsız adamdan ancak çok kısa ömrü kaldığında böyle davranışlar beklenebilirdi çünkü. Büyük olasılıkla o da “Şurada üç günlük ömrüm kaldı, kimseye kötü davranmayayım, ardımdan kötü söz söyletmeyeyim.” diye düşünüp böyle sevecen davranıyordu.
İlk şaşkınlığı mahallenin çocukları yaşamıştı. Bu olağanüstü durumu gördüklerine anlatıyorlardı. Bir gün eve geliyorum, hep birlikte çevremi sardılar. Biri, soluk soluğa anlatmaya başladı:
-Mehmet amca, Ömür Belli ne yaptı biliyor musun
Henüz değişimi bilmiyorum ya, tamam dedim, yine bunların topunu kesti, üstüne de ikişer tokat aşketti, sövgüleri onun üzerine serpiştirdi.
-Eee ne yaptı?
-Ayaktopu oynuyorduk, top onun bahçesine kaçtı.
-Tamam oğlum, o bilinen durum. Sen parçalama ve kalaylama aşamasını anlat.
Yanılıyormuşum oysa. Ne toplarını kesmiş ne de ağzından kötü bir söz çıkmış. Elinde top, güler yüzlü bir tavırla dışarı çıkmış, oynamayı sürdürsünler diye önlerine atıvermiş. Nasıl şaşırmasın sabiler.
Şimdi düşünebiliyor musunuz? Ömür Belli’nin bahçesine top kaçıyor, belki bir çiçeği bile zedeliyor; ve iki yarım daire beklerken, büsbütün, zıplayıp geri dönüyor. Çocukların, gelenin geçenin yolunu kesip anlattıkları mucizeden öte bir şey.
İkinci şaşkınlığı araç park etmede yaşadık. Daha doğrusu bizim amcaoğlu yaşamış. Önceki gelişlerinde birinde, araç bir karış onun evinin önüne geçti diye farını kıran, sonraki bir gelişinde boyasını çizen adam; bu kez en gölge yeri gösterip, “Ölümü öp buraya koymazsan!” diye yalvarıp yakarasıymış. Amcaoğlu hatırını kıramamış ama, kuşkulanmış da. Heyecan içindeydi:
-Yahu bu yandaki senin eski komşu mu, ben mi benzettim?
Aynı kişi olduğunu söyleyince şaşkınlığını daha arttı:
-Komşun hasta mı? Arabayı evinden uzağa parkedeyim, başına bir hal gelmesin diyordum ki, ısrarla evinin önündeki en gölgeli yere koydurdu. Güneş zarar verirmiş, öyle dedi. Durumu ölümcül mü?
“Hasta olduğunu duymadım.” dedim. Ama, içimden de, “Kötülükten bir şey çıkmaz, iyi insan olayım.” demiştir düşüncesi geçmedi değil.
Sonra bir gün, karşı komşunun ikram ettiği baklavadan bir göznek alıp yiyince, iyi insan olma kararı verdiğini, bunda da oldukça başarını olduğuna inanmaya başladık.
Gerçi karşı komşu, hâlâ, “Bir adam böyle düzelemez. Kötü hastalığa tutuldu bu, son günlerini yaşıyor. Ben bir şey ikram edeceğim de o da gelip şirinlik yapa yapa yiyecek. Düşümde görsem inanmam. Son günleri son, nafakasını topluyor garip.” diye ısrar ediyordu.
Oysa ben, o denli katı düşünmüyordum. Kimsenin yüzüne bakmayan adamdı, tamam. Ama artık, küçük büyük hiç kimseyi selamlamadan geçmiyor. Hatta sıkı durun, hal hatır bile sormaya başlamıştı ki, bu durum iyi insan olmaktaki kararlılığına olan inancımı neredeyse pekiştiriyordu.
Yalnız, nedendir bilmem, böyleyken bile aklımın köşesine sinmiş bir kuşku vardı. Beynimin içinde sürekli şu tekerleme dolaşıyordu:
“Ömür Belli hasta mı?
Mahalleli yasta mı?
İnceden ninni söyler.
Hasta değil, usta mı?”
Ne demekse, kendiliğinden işte.
Bir gün evden çıkıp, işyerine yöneldim; belediye hoparlöründen bir “Foşşş!” sesi. Ya ölüm ilanıdır ya da bir dükkan fiyat indirimi yapmıştır, diye düşündüm ilk anda. Değilmiş oysa, yerel seçimler yaklaşıyor ya, partilerin başkan adayları belli olmuş, onun duyurusuymuş.
Başladı:
-Falan partinin adayı şu, filan partinin adayı bu.
Sıkı durum duyuru sürüyor:
-Ve feşmekan partinin adayı Ömür Belli’dir.
Şaşkınlık içindeyiz. Öyle ya, sayrı mı diye üzülüyorduk, değilmiş. İyi insan mı oldu, diye sevinmeye yeltendik ki, bir de baktık, avuçlar yalanacak kıvama gelmiş.
İkisi de boş çıktı anlayacağınız.
Neyse ki seçimlere çok var. Sandığa kadar, Ömür Belli’nin şirinliklerinin tadını çıkaracağız artık. Böyle güzellikler her zaman bulunmaz.