Batılının klasik batı zihniyetiyle, doğulunun da klasik doğu izanıyla kendisini sınırladığı ve sorun ve sorunsallara eğildiği söz konusu zamanlarda, etrafımızı saran ve özgünlüğü yakalamamızın önündeki en büyük engel olan prangalardan kurtulmanın muhakkak bir yolu olmalı. Elbette ki insan bir kültür ortamında doğar, büyür ve olgunlaşır ve bu zaman zarfı içerisinde kendisini kuşatan düşünce ve yaşam formları ile şekillenir. Bu etkinin kaçınılmaz olmasının yanında etrafımızı saran mezkur prangalardan kurtulmanın da bir yolu, yordamı vardır diye düşünüyorum. En nihayetinde insan bir akıl varlığıdır. Bizi insan kılan ve yeryüzünün halifesi payesini almamızı sağlayan en mühim unsur akıl ve irade sahibi oluşumuzdur. İnsanı diğer mahlûkattan ayıran sahip olduğu akıl yetisidir. Akıl ile idrak eder, eylemlerimizi gerçekleştirir ve problemlerimize çözüm üretiriz. Ve dahi imtihana tâbi tutuluyor oluşumuzun da olmazsa olmazıdır akıl. O halde akıl ile analitik düşünme yetimizi geliştirip bizi biz olmaktan uzaklaştıran dışsal her türlü faktörü derdest edebilmeliyiz. Akıl ile bu engellerin üstesinden gelmek gayet tabii mümkündür. Aksi halde adını zikrettiğimiz engeller, insanların imtihan dünyasında öz’lerine ulaşma yolunda kendilerine engel oldukları gerekçesiyle Tanrı‘ya bahane olarak sunulurdu.
İnsanı kıymetli ve muteber kılan akıl yetisi herkese verilmiştir fakat her insan aynı ölçüde aklını kullanamaz, geliştiremez, aynı nitelikte düşünce, fikir ve değer üretemez. Dolayısıyla her insan aynı sosyal statüye erişemez. Kendisine, çevresine ve insanlığa aynı ölçüde değer katamaz.
(Burada ilâhi bir hikmet/müdahale söz konusu olduğuna inanıyorum. Bknz: Zuhruf/32📖)
Kimi insan tekniğe yatkınken, kimisi ağır beden işlerini yerini getirir, kimileri de idare etmeye elverişli bir yapıdadır. Çeşitli özelliklere sahip olan kişiler böylelikle toplumsal rolünü ve misyonunu icra ederler. Bu farklıları problem olarak görmeyip kulluk görevini yerine getirme gayreti içinde olmalı, toplumsal konumumuz ve görevimiz ne olursa olsun kitapta emredildiği gibi dosdoğru olup ‘Yaradan’a olan kulluk borcumuzu ödeme bilinci içinde olmalıyız. En nihâyetinde ne makam kalıcı ne mevki; ne şan ne şöhret; ne güzellik ne şatafat… ‘O halde çalışanlar bunun (iyi kul olup cenneti hak etmek) için çalışsınlar.’ *(1) dünyevî kazanımlar için değil.
İnsan ve Nefs
İnsan varlığı yaratılış itibariyle belli başlı özelliklere sahiptir. Bu doğrultuda kadın ve erkeğin müşterek yönleri olmakla birlikte cinslere özgü niteliklerden de söz edebiliriz. Söz gelimi kadın, erkeğe nazaran daha duygusaldır, bunun yanında erkek daha analitik ve ileriye dönük düşünebilir. Kadın doğası süslenmeye eğilimliyken erkeğin bu yöndeki eğilimi nispeten daha kısıtlıdır. Ortak özelliklere gelirsek; erkek de kadın da insanî ihtiyaçlarının karşılanmasına muhtaçtır. Yeme, içme ve cinsellik gibi. Her iki cins de sevmek ve sevilmek ister, değer görmek, toplumsal statüsünü kazanarak kendini ispat etmek, psikoloji disiplininde ifâde edildiği şekliyle , kendini gerçekleştirmek ister. İşte insan doğasında var olan bu eğilimler, onun fıtrî arzuları olması sebebiyle karşılanmak zorundadır. Tabii ki söz konusu arzular belli bir kural ve kâide çerçevesi doğrultusunda karşılanmalı ve tatmin edilmeli. Söz konusu ilkeler herkesin kabul edeceği aşkın bir Varlık’ın buyruğu ile gerçekleşirse muhtemel bir kaosun de önüne geçilmiş olur. Üzerine konuştuğumuz arzuların kural tanımaksızın karşılanması, insanı kendi özüne yabancılaştırırken varoluş gayesinden de uzaklaşmasına sebep olur. Aynı zamanda insanın toplumsal rolüne yabancılaşmasına ve kendisi için çizilen sınırları (helal-haram) aşmasıyla da kendisine ve topluma zarar vermesiyle sonuçlanır. (Esfel-i safilin)
Moderniteyle birlikte gerçek anlamını yitiren “özgürlük” kavramı, bir insanın başkasına zarar vermeden dilediğini yapabilme hakkına sahip olması gibi absürt bir tanıma evrilmiş ve toplumsal istikrarın sağlanması noktasında son derece büyük bir öneme sahip olan hak-hukuk, adâlet, helâl-haram gibi kavramların içeriği boşaltılarak toplumsal karşılığı yok sayılmıştır. Dumûra uğrayan toplumsal değerlerin etkisiyle beraber kollektif birliktelik yerini güvensizliğe ve anarşiye bırakmıştır. Güven kavramının zedelendiği sosyolojik zeminde güçlü ve nitelikli birey, güçlü bir toplum ve güçlü bir millet ve devlet olabilmenin imkanlarına erişmek zorlaşmıştır. Hâl böyle olunca da devşirme kanunlarla toplum zapturapt altına alınmak istenmiş fakat insanın özüne tam anlamıyla vâkıf olunmaması sebebiyle söz konusu yasalar, düzeni sağlamaktan ziyâde insanın çaresizliğini artırmıştır. Çözüm ise, insanî ve fıtrî olan nefsî arzuların meşru sınırlar içerisinde tatmin edilmesini mümkün kılabilecek kurumsal temeller atarak insanın kendi öz’üne (*2) uygun yaşabilmesini sağlamaktır. Aksi halde nefsimizin zindanında kalır ve kendimize yabancı kalarak bu dünyadan göçüp gideriz…
İnsan ve Kültür
Çokça tartışılan ve hakkında kayda değer bir literatür bulunan; ‘kültür mü insanı şekillendirir, yoksa insan mı kültürü yapar?’ meselesidir. Bu sorunun cevabı ne olursa olsun kesin olan şu ki, bir kültür ortamında doğan ve büyüyen insan bu ortamın havasını soluyup suyunu içtikçe o kültürün izlerini taşır. Kimi kültürler baskın ve küresel zeminde popüler olması dolayısıyla kişi üzerindeki etkisi bir hayli yüksektir. Böylesi durumlarda insanın duyuş, düşünüş ve söylemleri de mevcut kültürden emâreler gözlemlenir. Burada dikkat edilmesi gereken kritik nokta kültürel formların nemalandığı değer yargılarıdır. Ahlâk ve adâlet kavramlarını merkeze alan değer sisteminden neşet eden kültürler, eleştiriye tâbi tutulmak koşuluyla yaşama aktarılmaya değerdir. Fakat sözünü ettiğimiz etik, ahlâk ve adâlet kavramlarının yok sayıldığı ve türedi bir ahlâk ve adâlet anlayışının hüküm sürdüğü kültür zemininin duyuş, düşünüş ve yaşamın geneline aktarılması, ısrarla vurguladığımız insanın kendi öz’ü gerçekliğine yabancılaşmasına sebep olur. Bu sebeple, bize etki eden her ne tür rüzgar olursa olsun bu rüzgarın kritiği yapılmalı ve hakkın terazisindeki kıymeti dikkate alınmalıdır. Hem bu dünyamızı inşa edip hem de öte dünyamızı hazırlama noktasında bizi doğru bir istikamete götürüyorsa, o kültür baştacıdır. Aksi halde böylesi bir kültür, akıl ve irademize vurulmuş çelikten prangadır.
İnsan ve Tarih
İnsanlık tarihinin geçmişi katliam ve soykırımlarla doludur. Ve ne gariptir ki bu katliamları ve soykırımları gerçekleştiren kabile, boy, millet, devlet ve imparatorluklar yaptıkları işi büyük bir zafer ve başarı olarak addeder ve gelecek nesillere de bu şekilde anlatır. Bu fasılda her devlet, kendi tarihinin kahramanıdır diyebiliriz. Tabii bizler için asıl önemli olan konu
bu anlayışın bireyler üzerindeki etkisi…
Yazının başında da alıntıladığımız gibi coğrafya kaderdir. Düşünce, eylem ve söylemlerimiz ve ideolojik bakış açımız içinde doğup büyüdüğümüz toplumun dünü ve bugünününden damıtılmış yaşamsal formlardır adeta. Bir birey analitik ve değer temelli düşünme yeteneğinden yoksun olduğunda kendi milleti, devleti ve tarihi ile güçlü ama gerçeği görebilmesine engel olacak ölçüde yoğun duygusal bağlar kurabilir. İnsanı, ahlakı, doğruluğu, erdemi, fazileti merkeze alan bir paradigmadan uzak olan medeniyetler, bireylerinin karekter, huy ve mizaç özellikleri üzerinde de menfi anlamda şekillendirici etkiye sahip olabiliyor. Böylelikle geçmişte yapılan ve yaşanılanlar ne tür bir boyutta olursa olsun paket program olarak kabul edilip ideoloji olarak benimseniyor ve bireyin yaşantısını kontrol edebiliyor. (Söz gelimi; “Bir Türk dünyaya bedeldir.” söylemini, anlatmak istediğimiz sosyolojiye örnek olarak gösterebiliriz.)
Burada dikkat etmemiz gereken, tarihsel süreçte yaşanan savaşların hangi değer temeli üzerinde ve neyi amaçlayarak yapıldığıdır. Daha fazla toprak sahibi olup daha büyük bir coğrafyaya hakim ve söz sahibi olmak mı yoksa insanlığın yararını gözeterek bunun önündeki engelleri kaldırmak mı? Duygusal davranıp tarihin rüzgarına kapılmak yerine, insan merkezli düşünerek tarih olgusuna yaklaşmalıyız. Her milletin tarihinde yaptığı savaşlar o millet için zafer ise, doğru olan kim? Hakikate yakın olan peki? Ya haklı oluşun kriteri? Analitik düşünüp insanı ve ahlak kavramını merkeze almadığımızda mensubu olduğumuz milletin tarihi katliam değil, kurtuluş ve özgürlük savaşlarıyla doludur ve bu savaşlar zulüm ve soykırımla sonuçlanan değil dini misyonun yerine getirildiği şeklinde telakki edilir. 1948’de İsrail Devleti kurulduğundan bu yana Filistinliler’e yapılan zulmü, sığ düşünceli bir İsrailli zulüm ve soykırım olarak görür mü? Cezayir’i yıllarca sömüren Fransa’daki bir Fransız bu sömürüyü zafer olarak gördüğünde kimlik ve kişiliğine yansıması ve etkisi nasıl olur.
(İslam Dünyası Toplumlarının tamamına yakını için benzer sömürü ve ilhak örneklerini verebiliriz. Zîra tamamına yakını emperyalizmin yerli işbirlikçileri vasıtasıyla kontrol altına alınıp önce ekonomik olarak sonrasında ise kültürel ve ahlâki olarak çökertiliyorlar. Ülkemiz özelinde bakarsak, Tanzimat ile başlayan söz konusu dışsal müdahale cumhuriyet devrimleri ile zirveye ulaşmış ve böylelikle dünyevi ve uhrevî bağ kopartılarak, uhrevî değer yargıları unutturulmak istenmiştir.)
Merhamet duygusundan ve adalet kavramından nasiplenebilir mi? Böyle bir bakış açısına sahip birey/ler kimliğini saran ve özüne ulaşmasına engel olan prangalardan kurtulmadıkça, kurtulmak için çaba sarfetmedikçe eşref-i mahlukat payesine erişemez.
Saygı, sevgi ve hürmetlerimle…
Kaynak:
(*1) Sâffât Sûresi/61📖
(*2) Rûm Sûresi/31📖