Duruluğunu her daim koruyan masal ormanının derinliklerinde, bir yaprak denizinin gözlere yansıyan bin rengini izlemek…
Sonbaharın anlamı bu olsa gerek.
Yeşillerin sarılara, sarıların kızıllara, kızılların kahverengilere dönüştüğü puslu dağların, duru göllerin, heybetli ağaçların ve bin bir renkli çiçeklerin özündeki tüm sihirleri doğanın hizmetine sunduğu bir orman düşleyin…
Toprağın üstü bir yaprak deniziyle örtünsün renk renk. Biri solarken rengini diğerine bırakan ama toprağı hiç terk etmeyen…
Tüm sokaklara yayılan yanık yaprak kokusu! İşte sonbahar bu parfümünü sürerek girdi hayatımıza…
Sıcağı çok fazla sevmeyen ben sonbahar çocuğuyumdur… Üstelik ciğerlerine nefesi ilk kez bir sonbahar gününde dolduran bir çocuk…
O yüzden midir bilmem… Herkese hüzün veren renkler bende coşku uyandırır…
İşte böylesi bir günde, bütün kültür ve uygarlık aşamalarını içinde kişiliğinde barındıran, o birikimleriyle çevresini aydınlatan gerçek anlamda insanı düşünüyorum.
Bir insanın yetişmesinin yalnızca yetenekle olmadığını, toplumda insanlığın nice emekler vererek, yapıp ettiklerinin onlara ulaşmasını sağlayacak kültürel yapılara, birikimlere ve kurumlara gerek olduğunu düşünüyorum.
Yüz yıllarlarla, binyıllarla ölçülen zaman dilimleri içinde, uygarlığın adımının çocuk adımından küçük olduğu sanılır. Öyledir de; ama adımın küçüklüğü değil basılan yerde bıraktığı derin iz önemli. Çok az kişinin fark ettiği bu derinlikte, insanın insan olma sürecinin tarihi yatıyor.
Uygarlık verilerinin ekilip biçildiği, insanın ürediği yer de orası.
İnsan uygarlığın derinliklerinden çağdaş kültürden beslenerek insan oluyor.
İnsan zaman içinde yaşayan ve tarih bilincine sahip olan bir varlık.
 İnsanda zaman bilincinin bulunması da, bu durumun farkında olduğunun göstergesi aslında. Geçmiş, şimdi ve gelecek, zamanın boyutu. Şimdi, hem geçmişi hem de geleceği kapsayan bir zaman kesiti.
 Çünkü insan  Leibniz’in sözlerinde ifadesini bulduğu şekliyle, “Geçmişin yükünü taşıyan ve geleceğe yönelen” bir varlıktır.”
 İnsanın üç zaman boyutunda birden yaşaması söz konusu bir bakıma,  eylemleriyle şimdide, anmasıyla geçmişte, umut etmesiyle gelecekte.
Belki de insanı geçmişle gelecek arasındaki konumuyla düşündüğümüzde şunu da söylemek gerekir:”Geçmişteki şimdiler ömrünün bir yarısı, gelecekteki şimdiler öbür yarısı olmak zorundadır.”
 Ancak insanın zamanı, “tarihsel zaman” olarak kavraması, tarih bilincinin doğuşuyla mümkün olmuş. Tarih bilinciyle birlikte insan, kendi hayatının ve tarihin anlamını ve ereğini soruşturmaya ve sorgulamaya da başlamış.
Geçmişi yorumlamak da geleceği biçimlendirmek de, ancak tarih bilinciyle olanaklı. Tarih bilinci, insanın hem geçmişi yorumlamasında, hem de geleceği kurmasında, ona yön vermesinde rol oynamakta büyük anlamda.
Tarihi, kendi değerleri, amaçları ve eylemleriyle kurduğunun bilincine varan insan, geleceği de kendi idealleri ve beklentileri yönünde aynı bilinçle belirlemek ister ki, bu da
 insanın tarihsel sürece bilinçle katılma imkanı anlamına gelir.
Ama elbette bireyin, tekil insanın tarihe istediği yönü tümüyle vermesi mümkün değildir. Tarih insanların yaptıklarıyla oluşmuş olsa da, bu oluşan şeyde bireylerin amaç, niyet ve özlemleriyle uygun düşmeyen ve örtüşmeyen gelişmeler de oldukça fazla yer alır.
Çünkü “İnsanın, kendi düşünce ve emeğiyle yarattığı ve bir kez yaratıldıktan sonra tekil insandan bağımsızlaşıp nesnelleşen simgesel yapılar olarak, devlet tipleri, sanat anlayışları, bilim paradigmaları, felsefe tipleri içerisinde, kendisinin oluşturduğu bir dünya, “tarih ve kültür dünyası” dediğimiz bir dünya içinde yaşar.
Tarih bilinci gelişmemiş insanların ve toplumların, bazı güçlü ülkelerin ve eğilimlerin dayatmacılığına maruz kalmaları ve direnme imkânı bulamamaları da söz konusu olduğu dünyada, bizde tarih bilinci ne durumda?
Özellikle “küreselleşme”  gibi kavramların sorgusuz sorusuz kabullenilmeye ve genel geçer kılınmaya çalışıldığı günümüz dünyasında, tarh bilincinin varoluşsal bir önemi var şüphesiz..
Acaba bizim insanımız, yaşadığımız kentin insanı ve ülkemiz tarih bilinci açısından nasıl bir durumda bulunmaktadır?
Geçmişimizi yorumlamada ve geleceğimize yön vermede, bu soruya vereceğimiz yanıt ve şu anda kentimizde oluşmaya başlayan tarih bilinci hiç kuşkusuz çok önemli.
Kentler anılarıyla yaşıyor bir anlamda…
Ve her kent anılarıyla özellikleriyle yaşayanlarıyla biricik oluyor, diğerlerine benzemiyor.
İnsanlara yaşadıkları yerin biraz öncesini anlatmak, gelenlere o kentin tarihini anlatmak farkındalık ve aitlik hissini oluşturmak…
Böyle bakıldığında en ufak bir ayrıntının dahi önemi ne kadar büyüyor ve belki de bu güne kadar yerin adını, simgesini ve tarihini bilmeyen gençlerimize, hatta birçoğumuza ne çok bilgi aktarıyor.
Ama bizler tarihi yok etmekte ne kadar kararlı ne kadar başarılıyız değil mi?
Attila Jozsef’in dalgalar gibi art arda yürüyen kalabalıkları, yumruklarından taşlar fışkıran insanlara, yürüyen bir ormana benziyor düşlerimde… Sihirli bir ormana…
Düşlerimde özgürlük ve barış çiçekleri açıyor bunca acımasızlıklara, yıkımlara karşın!
Bu sabah duman gibi yayılıyor ince bir yağmur.
Düşüncelerle sözcükler arasında bir yerde duruyorum… Kâğıtlar gibi uçuşuyor ağaçların sarı yaprakları…
Korkunun olduğu yerde, özgürlüğün olmadığı açıktır ve özgürlük olmadan kesinlikle sevgi yoktur.
Bir gök ölüyor gecenin sonunda, inceliğinden bir gök doğuyor… Sevecenlik bir çiçek gibi açıyor… Tarihin yapraklarında…
Düşçe kalın