Yirmi yıllık arkadaşımdı Hakkı. Arkadaşlığımız iş gereği bir tanışıklıktan kaynaklanıyordu. Belki aynı ilçelerde oturmadığımızdan hiç ailecek görüşememiştik. Oğlunu anlatırdı, doğuşuyla aileye getirdiği mutluluğu, okul yaşamını. Yanlış anımsamıyorsam beş altı yaşlarındayken maça getirmişti bir kez de. Çok sevimli bir çocuktu. 
Son görüşmemiz iki üç ay önceydi. Oğlunu nişanlamış; çok mutluydu. Dünüründen bahsetmişti. Çok iyi bir insanmış, iş bilirmiş. Ticari yönden çok yetenekliymiş.  “Hani o düştüğü yerden bir avuç toprakla kalkan insanlar vardır ya, öyle biri” demişti. 
Şanssızlık, sevgili arkadaşımla son gelişinde karşılaşamadık. Oysa işyerime kadar bizzat davetiye getirmiş. Sonra telefon etti; mutlaka bekliyorum, diye. Terbiye, keşkek, kabakaşına dayanamayacağımı bildiğinden; özellikle anımsatmıştı.
                                                       …
Bugüne kadar hep erkek erkeğe görüştük ama bu kez düğün daveti; çoluk çocuk komşu ilçenin yolunu tuttuk. Düğün salonu şehrin girişinde sağda, dedi ya, bulması da kolay. Kentin içinde az ilerledik, hemen elimizle koymuşuz gibi, sağda bir düğün salonu. Davetiyeyi evde unutmuşuz, ne gam. Göstermeye gerek bile yok. Giriş bileti mi bu?
Kapıda kendileri yok ama karşılayıcılar çok şirin insanlar, sanki onların da candan arkadaşıymışız gibi şirinlikler yaparak karşıladılar. Belli ki bu iş için tutulmuşlar. Ehil insanlar. Görevlerini gereği gibi yapmaya çalışıyorlar. 
Bizim Hakkı ortalıkta yok, ama olsun. Bugün onun en telaşlı günü. Kolay mı? Yettiydi yetmediydi, geldiydi gelmediydi; ne sıkıntılar içindedir. Tertipleme işi bu. Belki benim gibi ayakkabıları sürtmüştür, sıkıntı içindedir.
                                                          …
İçeri geçtik. Orta yerlerde boş masa yok. Zar zor kıyıda bir yer bulup iliştik. Servis hızlı. Anında köfte tepsileri, ayranlar geldi. Keşkek, terbiye, pirinç pilavı arkadan geliyor herhalde. Tabii kabakaşı en son. Tatlı her yerde en son yenir. 
Arkadan başka bir şey gelmeyince, düğün yemeğinin köfteliye döndüğü anlaşıldı. Bu da doğal canım. İki çeşit gider, çifte yıkım. Hem kim yiyecek o kadar yemeği.   
Asıl beklentim, bizim Hakkı hâlâ ortalıkta yok. Öyle ya, buraya kadar gelmişiz. Kendisini görememek, bizzat kutlayamamak bir huzursuzluk yaratıyor insanda. Düğün evinin kırk türlü işi var, eşi dostu bir biz değiliz ki, diye kendimi teselli etsem de gerçek bu. 
                                                          …
Bu arada takı töreni başladı. Düğün sahibi yakınım ya, ilk kalkanlarla birlikte yürüdüm, hediyemi damadın yakasına iğneledim. Şöyle baktım, nerde birlikte maç
izlediğimiz o küçücük oğlan çocuğu, nerde bu kocaman adam. Pek de yakışıklı maşallah.
Bir ara kulakları sağır edercesine bağırtılıp, orkestra işlevi gördürülen elektronik aletin sesi kısılır gibi oldu. Sunucunun sesi duyuldu:
- İstek üzerine damadın babasını tek başına harmandalı oynamaya davet ediyoruz.
İki ikramiye birden. Hem “Sözde müzik” kesildi dünya varmış, hem de bugün canım kardeşim Hakkıcığımı ilk kez göreceğim. 
Ama önce bir başkası çıktı ortaya. O da harmandalı oynamaya başladı. 
Sunucu birkaç dakika sonra mikrofonu eline aldı:
- Damat beyin babasını bu güzel oyun için teşekkür ederiz. 
Hay Allah. Ben Hakkı’yı bekliyorum ama, şimdi bu oynayan o muydu? Ne kadar zayıflamış. Adeta bir deri bir kemik. Ah ah, sen böyle bir deri bir kemik kalacak insan mıydın? Ne sıkıntılar çektirdiler kimbilir. 
Biliyorum; o dünür var ya, o dünür olacak adam! Düştüğü yerden bir avuç toprakla kalkan o kurnaz tilki. Hep onun marifetidir bunlar. İşbilir adam ya, bütün masrafı Hakkıcığıma yıktı, parası bitince de senet imzalattı. Belki, kendi borçlarına bile kefil etti zavallı arkadaşımı. 
Yoksa o hayat dolu insan niye böyle bir deri bir kemik kalsın. Kahkahayı basınca neredeyse çenesine toslayan gül göbek niye erisin bitsin. O sevimli adam niye böyle iskelet gibi kalsın.   
                                                              …
Üzüntü içindeyim. Yan masada oturanlara dönüp, dertleşeyim bari, dedim:
- Bizim Hakkı ne kadar zayıflamış yahu!  
O da bir garip adam; azarlar gibi:  
- Hakkı değil onun adı Muharrem, dedi. 
Ne dersiniz şimdi bu adama? Dedesi Hakkı’dır, muharrem ayında doğmuştur, olmuştur Muharrem Hakkı. Şimdi bunun için kavga mı edeceğiz?
                                                              …
Bu arada oyunu biten Hakkı yerine oturdu. Henüz görüşemedik ya, fırsat bu fırsat, deyip soluğu yanında aldım. Ama o da ne? Adam bizim Hakkı’dan başka herkese benziyor.   
 Tamam. Hakkı kardeşim onca sıkıntıya, eziyete dayanamadı, yataklara düştü. Bu da oğlanın amcası ya da dayısı olmalı. Çıktı onun yerine oynadı. Oğlan, tam düğün gününde babasının yokluğuna üzülmesin, diye. Unutturmaya, teselli etmeye çalışıyor. Takdir etmek gerek, böyle davranışları; büyüklüktür bu yaptığı. 
- Beyefendi, damadın nesi oluyorsunuz?
Aslında yanıtını yarı yarıya bildiğim bir soru bu. Ya amcasıdır, ya dayısı, başka nesi olacak diye düşünüyorum ama adam inatçı mı inatçı:
- Babasıyım. Bir şey mi var?
- !!!
Hay Allah, şimdi bu olmadı. Be adam, “Amcasıyım” de “Dayısıyım” de. Nerdee, “Babasıyım” diyor, başka bir şey demiyor.
Olmayacak. Son bir yüklendim: 
- Hakkı Bey’in düğünü olunca? 
Adam Hakkı’nın adını duyunca yüzüme baktı: 
- Sen müdür Hakkı Bey’i soruyorsun. Onların düğünü elli metre ilerde.