Eskiden on tane icra takibi açardık, yarıdan çoğu kendiliğinden ödenir, birkaçına hacze gidilir, taş çatlasa bir ikisine aciz vesikası alınır ya da semeresiz kalırdı.
Bu işte de açılım yaşadık, yurttaşın cebine giren parayla borçları arasında oldukça kallavi bir açılım oldu. Yine on tane takip açıyoruz, sekizi evde yok; kalan ikisi gelip borcu niçin ödeyemeyeceğini anlatıp, hayırlı işler dileyip çekip gidiyor; işin ne hayrı kaldıysa.
 
                                                          …
 
Ne yararı varsa, vekaletini alıp müvekkil listesine aldığımız kişiler de ya bu durumun farkında değiller ya da değilmiş gibi yapmayı uygun buluyorlar.
Yine müvekkillerden biri “Benim ayağımda pabuç yok, borçlu yine üst baş düzmüş. Sen de biraz ağırdan alıyorsun gibi geliyor bana” deyince, hacze gitmek farz oldu.
İcra memuru ile her olasılığa karşı bir kamyonet tutup yola koyulduk. Haciz mahallimiz tüm memleket.
                                                           .
 
Kafile halinde bir köye yöneldik. Baktım girişte bir levha “Bu köye eskiciler giremez.” Girmesin canım, biz de eskici değiliz zaten. İcraya geliyoruz.
Köy konağından bir bekçi alıp, borçlulardan birinin evine yöneldik. Eve vardık, pek öyle para çıkacak bir eve benzemiyor. Taksici korna çalınca evdekiler kapıya çıkıp buyur ettiler. Ana baba, bir oğlan çocuğu, bir kız çocuğu. Çok sevecen insanlar “Buyur buyur” içeri çağırdılar. Haczedilecek eşya içerde olduğundan doğal olarak girdik.                     
İçerde eşya çok da, “Ha şunlar da para eder, alacağı kurtarır” denebilecek bir şey yok gibi. Ama, “Aman haczetmeyin borcu şöyle şöyle ödeyelim” dedirtmek için usulen bir şeyler yapmak gerek. Olur ya taahhüt filan. İcra memuru usulen başladı yazmaya. Eskice bir televizyon, bir çamaşır makinesi, bir buzdolabı, bir teyp buldu, az çok biliyor, değerlerini de yazdı. Yazılan değerden satılsa bile alacağı karşılamıyor ama bunları zaten usulen yapıyoruz. Hepimiz biliyoruz ki, bir an gelecek “Aman eşyalarımızı götürmeyin!” deyip yalvaracaklar, biz de “Taahhüt verin, bırakalım” diyeceğiz. İşi orada bitireceğiz.
 
                                                          …
 
Tam burada icra memuru “Bakın eşyalarınızı haczettim. Borcu ödeyin ya da şu gün ödeyeceğiz, diye imza atın. Yoksa avukat bey eşyalarınızı yediemine teslim eder, sattırır, parayı oradan alır” demez mi?
Gerçi borçlu görünen babanın hiç sesi çıkmıyor; o bir sandalye bulmuş sessiz sessiz, bir kıyıda oturuyor da, onun dışındaki ev ahalisinin yüzü gülmeye başladı. Kadınla iki çocuk hep birlikte, “Alın gidin alın gidin, satın, borcumuz ödensin. Biz borçtan çok korkarız” deyip eşyayı kaldırmamız için yardıma başladılar.
Hay Allah! Plan ters tepmeye başladı. Ne yapıp edip vazgeçirmem gerek. Önce kadına yöneldim:
- Hanımefendi, sizin güzel hatırınız için makineyi götürmüyorum. Gerekli bir alet.
Değilmiş oysa:
- Önemli değil avukat bey. Benim anam, suyu ta dereden getirirdi. Toz da yok mu size, küllü sulara yatırırdı. Biz öyle yetiştik. Sen götür, sat borcumuz ödensin.
Ben “Senin güzel hatırın için” diye diye geri vermeye çalıştıkça, kadın “Götüüür” diye yalım yalım yalvarıyor.
Baktım, komşu kadınlar da yardıma gelmiş, çamaşır makinesini hoppala yapar gibi kamyonetin kasasına uçurdular.
Hazır komşu kadınlar yardıma gelmişken, buzdolabı da bir anda kamyonetin kasasındaki mahsus yerini alıverdi.
Kadın ardından bir de “Oooh!” çekti:
- Borç düşüneceğime, makinesiz, dolapsız kalayım ayol!
 
                                                              …
 
O yirmi üç kilodan gram fazlası olmayan kız çocuğu, nasıl da kaldırdın o televizyonu. Hem de tek başına, kasaya fıydırdı döndü. “Yavrucum, çizgi film filan seyrederdin” desem de dönüp ardına bile bakmıyor. Yalnız söyleniyor:
- İstemem çizgi film müziği film. Borcumuz ödensin, o yeter.
 
                                                               …
 
Sıra geldi oğlana, o kamyonete kadar götürme gereği bile duymadı. Uzunca müzik setini, köpek ölüsü gibi kucağıma fıydırdı, söylene söylene gitti:
- Teypsiz kalayım varayım. Maksat borç ödensin.
 
                                                                 …
 
Devir ne kadar değişti değil mi? Nevzat Algan hocamız stajda anlatırdı ya; bazı borçlular kurnaz olurmuş eşyayı kimsenin aklına gelmeyecek yerlere saklarlarmış. Hatta bir evde ikinci bir duvar örmüşler, haciz geleceği zaman para edecek eşyayı duvarın arkasına geçirir icracıları savuşturunca ortaya çıkarır kullanmaya devam ederlermiş.
Şimdi öyle mi, eşyayı alıp götürmeyene gönül koyuyorlar.
Koymasına koyuyorlar da, bunları nasıl satacağız. Satsak ne edecek. Oysa o gönül koyanlar, bu eşyanın borcu ödeyeceğini düşünüyor olmalılar.
Ancak benim bütün korktuğum başıma geldi. Birkaç kez satışa çıkardım, dönüp bakan bile olmadı. Vatandaşın, kullanılmış malı görünce, memurun deneyimine göre yazdığı düşük bedel bir yana, neredeyse üste para isteme arzusu depreşiyor.
 
                                                                …
 
Bu arada müvekkil baskıları sürekli arttırmıyor mu? Tuttuk, gönlü olsun, bir daha gidelim, dedik. Bu arada hacizlerden vazgeçip, kaldırdığımız para etmeyen ama, borçlu ile ev halkı için çok önemli eşyayı da hediye götürür gibi yanımıza alıp borçlunun kapısına dayandık.  
Yine tüm ev halkı evde. Bu kez önceki gelişimizde olduğu gibi içeri davet etmediler. Kapının önünde sohbet etmeyi yeğlediler. İcra memuru bunu kabul etmedi, “Kapının önünde ele güne karşı işlem yapmamız yakışık almaz, içeri geçelim. Hem avukat beyin size bir müjdesi var.” dedi. Bir şey diyemediler, hep birlikte içeri girdik. Ama ne giriş, gördüklerimize inanamadık. Aldığımız her eşyanın yeri en son teknoloji ile donatılmış.
Bu kez, geçen gelişte köşede sessiz sessiz oturan borçlu baba ilk kez ağzını açtı:
- Eşyayı götürdünüz de iyi halt ettiniz. Beni kat be kat borca soktunuz.
 
                                                                 …
 
Artık yenileri alıp eskileri bıraktık; dönüyoruz. Kadınla çocuklar yine hep birlikte söyleniyorlar:                   
- Amaç borcumuz ödensin avukat bey. Biz borçtan çook korkarız.