Hani saatlerin, yaz başında ileri, kışa girerken yeniden geri alındığı, çok ilgimizi çekmediği için sık sık değiştiriliyormuş gibi gelen bir yaz saati uygulaması vardır ya; ben ondan yıllarca hiçbir şey anlamamışımdır.   

Gün ışığından daha çok yararlanacağız, kazançlı çıkacağız, denir; ortada bir  kazanç görünmez. Ama, “Büyüklerimiz ‘Kazançlı çıkıyoruz.’ diyorlarsa, ortada kesinkes bir kazanç vardır; olmasa niye desinler?” deyip, başlarız saatleri değiştirmeye; bir ileri bir geri.

 “Ev işleriyle çok ilgin yok, bari şunları ayarla!” dendiğinden saat ayarlama işi benim asli görevlerim arasında olmuştur. Kendi kol saatimden başlayıp saat bulunan tüm odaları,  mutfağı dolaşıp, yeni saate uyarlıyorum. Bu konuda uzmanlaşıp üzerime bir titizlik de geldikten sonra, bizim evde “Eski saate göre şu, yeni saate göre bu.” sözü duyulmaz oldu. O önemli günün sabahı uyanıldığında hiç kimse saat kargaşası yaşamıyordu artık. Çünkü ben onları ilk akşamdan ayarlayıp, çok karlı olup da kârını göstermeyen günlere hazırlamış oluyordum. 

Bu saat ayarlama işinin, hep bana bakmasından yakındığımı sanmayın. Önceleri   bana da gereksiz, hatta angarya gibi gelmişti; yanılmışım. Hem yararlı hem de çok  kârlıymış.

Televizyondaki konuşmacı son haberlerde, “Yaz saati uygulaması sona erdi.  Sabaha karşı saat dörtte saatlerinizi bir saat geri alın.” deyince, kendi kendime “Kalk Mehmet  bu senin işin. Bu günün işini yarına bırakma.” dedim. Dedim demesine de, hanım benden atik  davrandı: “Bu kez saatleri ben ayarlayacağım.” Hay Allah! Bırakmazlar ki insanı, altı aydan altı aya kârlı bir iş yapalım.

 “Ik mık” ettiysem de, dinlemedi. 

Sandalye getir, merdiven götür. O önden ben arkadan oda oda dolaşmaya  başladık. Arada da beni uyarıyor. “Sandalyeyi sağlam tut. Merdivene sıkı yapış!” 

Mutfaktaki saati indirdi. İndirir indirmez de bir çığlık. 

- Mehmeeet yetiş!

Çığlıktan, saatin içine yılan çiyan yuva yaptı sandım.

- Ne oldu?

 - Üstü toz içinde, ya bir konuk görseydi! 

Hanım aşırı titiz. Saatlerin üstü yüksekte kaldığından onlar biraz olsun paçayı  kurtarıyor. 

- Yahu, saatlerin tepesini teftiş edecek konuk türü daha icat edilmedi ki. 

İkna olmaya hiç niyeti yok:

- Edilmiştir edilmiştir! Az daha rezil olacaktık. Allah o saatleri değiştirenlerden razı olsun. Tuttuklarını altın etsin. 

Hanım oradan çocuk odasına geçti. Ben bir elimde sandalye, ötekinde  merdiven peşindeyim. Hiç beklenmez ama, bir çığlık daha. 

- Ne oldu? 

Aynı dualar:

- O saat değiştirenlerin tuttuğu altın olsun. 

İnsan ister istemez kıskanıyor yani. Altınların hepsi de saatçilere gitti. Biz ne  olacağız; öyle ya. Meteliğe kurşun atan da biziz.

 - Niye hep onlara? Bize de altın…

  - Bizim zaten var. Oğlanın çeyrek altınlarını saatin içine koymuştum, unutmuşum. Çalındı diye üzülüyordum. Oysa hırsız bunları görmemiş.  

  Bizde bir sevinç, bir mutluluk. Tarihin en keyifli saat ayarlamasını yaşıyoruz.

   Ben içimden saatlerin yararlarını, zırt pırt değiştirenlerin ne denli yararlı  yöneticiler olduğunu düşünürken, hanım neredeyse günün en büyük çığlığını atıyordu.   Koridorun ucundaki, antika görüntülü, “Saat başı, düzenli tan tan sesi çıkarır.” diye sattıkları  saat vardı ya. İki yıl sonra arızalanıp satıcısı da tüydüğü için garantisiz olarak, kafasına estiği zaman “Kayııırrt” diye ses çıkaran, koca ahşap saat; o yerinde yok. 

 Saatin bir işe yaradığı yok da; yine mi hırsız girdi? Başka neler çaldı? Bizde bir telaş. 

Neyse haftalar önce boyacıların indirip bir dolabın içine yatırdıkları, sonra orada  unuttukları anlaşıldı da, koridorda Nasrettin Hoca’nın eşeğinin bulunuşuna benzer bir   mutluluk yaşadık. 

En son çığlık da, salona girince, öncekinin ardı ardına iki kez yinelenmesiyle atılıyordu.

Tam mutfağa girip bir su içeyim demiştim ki;

- Memeeet, Memeet!

 Yandık, dedim. Kesin merdivenin basamağı kırıldı. 

 “Yettim gariii!” diye, bir çığlık da ben attım. Anında salondayım. Düşmemiş ama, kesin önemli bir durum var. Baktım elinde bir kağıt. Gülücükler  saçıyor:

- Allah o sattleri değiştirenlerden razı olsun. Tuttukları ne isterlerse ondan olsun.

  Geçen yıl paraya sıkışınca, bir parça tarla sattıydık da, alıcının parası  çıkışmayınca yarısı için senet aldıydık.   

Günü geldi, bizim alıcı Osman ortalıkta yok. Git gel evinin yolları aşındı, yok. En son çarşıda karşılaştık. Ama karşılaşsan ne olacak. Bin bir bahane uyduruyor: 

- Senden aldığım tarlaya, slajlık darı ekmiştim. Ya sıcaklardan ya da tohum  bozuktu, darılar büyümedi zarar ettim. 

- Eee?

- Hem yemleri yok hem de borcumu ödeyeyim, diye damızlık danaları satılığa çıkardım.

   - Satamadın mı?

    - Satamaz olsaydım. Onları da Kara Kasap diye  birine kaptırdım. Adamın  para ödeme alışkanlığı yokmuş. Danaların önce yemleri, sonra kendileri gitti. Elimde bir senet bile

yok mu? Senedini almadan kim kime para verir? Ben olsam da bir kuruş vermem. Alacaklı senedini kaybetse de borçtan kurtulsam, diye bakarım. 

    “Bereket bende senin senedin var” dedim içimden. Ya olmasa, üstüne bir bardak soğuk su içecektik. 

                                                           …

  Hani hanımın o en büyük çığlığı var ya, aylarca ortalığı ayağa kaldırıp yine bulamadığımız o senet için.

   Hanım hala yüzünde gülücükler, elindeki senedi savura savura saatleri  değiştirenler için dualar ediyor:

- Tuttukları altın olsuuun…