Kılıçdaroğlu ve ekibine karşı kurultay çağrısında bulunanların en büyük kozu ise oluşturulan yeni söylemin kısmen de olsa halkın taleplerine karşılık gelmesine rağmen tepeden inmeci bir anlayışla oluşmasıdır. Halktan uzak kişiler tarafında kapalı kapılar ardında, masa başında hazırlanan program ve söylemler konusunda tabanda tam bir karşılık bulamamıştır.
Sosyal ve ekonomik söylemler desteklenirken; kültürel ve siyasi söylemler tabanda soru işaretleri oluşmasına neden olmuştur.
Bunun sebebi ise oluşturulan yeni yaklaşımların tabandan gelen bir beklenti ile olmaması, biraz önce belirttiğimiz gibi masa başında hazırlanmasıdır.
Aslında Sayın Kılıçdaroğlu’ndan daha fazlasını beklemek büyük bir haksızlık olur. Ne demiş eskiler “Efeyi efe yapan kızanlarıdır” demek ki etrafındakiler yetersiz. Buradaki yeterliliği ilgi alanları ya da meslekleri anlamında söylemek istemiyorum. Yetersizliklerinin sebebi mensubu bulundukları milleti, halkı ve toplumu tanımamalarıdır.
Bu yönüyle YCHP’nin eski CHP ile bir farkının olmadığını görmekteyiz. Sadece liderin etrafındaki kişiler değişmiştir. Ama yöneticilerin yaklaşımlarının eskilerinden farklı değildir. Gerçi kurultayda tüzük değişikliği yağılacağı, parti içi demokrasinin yerleştirileceği belirtilse de zihniyet değişikliğinin pek de kolay olmayacağını düşünüyorum.
Son olarak basında yer alan ve yazı anına kadar yalanlanmayan seçim sonuçlarına ilişkin değerlendirmeler, seçim sonuçlarından ders çıkarılmadığının ve aynı yaklaşım tarzının devam ettiğini gösteriyor.
Neymiş efendim, seçmen Stockholm Sendromu olarak adlandırılan saik etkisinde kalarak oy kullanmış. Tabii bu anlamsız analizi parti üst yönetimi mi yaptı ya da alışık olduğumuz üzere parti ile hiçbir bağı olmadığı halde ahkam kesenler bir başka değişle parti adına konuşuyormuş gibi algı uyandıranlar mı tarafından yapıldı, bilemiyoruz.
Stockholm Sendromu denilen şeyde şuymuş: 1973 yılında Stockholm'de Kreditbanken adlı bankaya giren soyguncular, polis tarafından kuşatılınca dört banka çalışanını rehin alarak, altı gün boyunca direnmişler. Altı günün sonunda, polis operasyon yaptığında ise beklenmedik bir durumla karşılaşmış. Rehineler, kurtarılmaya aktif biçimde direnmişler ama kurtarılmışlar. Sonrasında rehineler, mahkemede soyguncu aleyhine ifade vermekten kaçınmış. Dahası, aralarında para toplayıp soyguncuların savunmasına yardımcı olmuş.
Stockholm Sendromu denilen şeyde şuymuş: 1973 yılında Stockholm'de Kreditbanken adlı bankaya giren soyguncular, polis tarafından kuşatılınca dört banka çalışanını rehin alarak, altı gün boyunca direnmişler. Altı günün sonunda, polis operasyon yaptığında ise beklenmedik bir durumla karşılaşmış. Rehineler, kurtarılmaya aktif biçimde direnmişler ama kurtarılmışlar. Sonrasında rehineler, mahkemede soyguncu aleyhine ifade vermekten kaçınmış. Dahası, aralarında para toplayıp soyguncuların savunmasına yardımcı olmuş.
Şunu mu demek istiyorlar ki? Seçmen çeşitli baskılara maruz kaldı ve bunun sonucunda kendisine zarar verenlere oy verdi. Acaba?
AK Parti’ye oy veren 21.466.356 seçmenin davranışını, oy verme nedenini bu şekilde açıklamak halktan kopukluğun samimi bir itirafı gibi sanki.
Anlamak mümkün değil. Gerçek sonuçları neden araştırmıyorsunuz ki? Neyse en azından artık Aziz Nesin’in malum sözlerini artık duymuyoruz.
Yeri gelmişken o sözlerin söylenme nedenini de hatırlayalım. İnternetteki bilgilere göre:
İlhan Selçuk, Aziz Nesin ve Müjdat Gezen İzmir Torbalı’ da mizah konulu bir panele katılmışlar. Aziz Nesin, Nasreddin Hoca ile ilgili konuşurken, panelde bulunan katılımcılardan bir tanesi Aziz Nesin’e "Nasreddin Hoca’nın torunları olarak çok zeki bir milletiz değil mi?" diye sormuş. O da "Yüzde 60’ı aptaldır"der. Müjdat Gezen kulise geçtiğinde Aziz Nesin’e “Neden yüzde 60?” diye sorduğunda cevap olarak "Evladım, yüzde 92 diyecektim ama dilim varmadı, o zamanlar referandum vardı halkın yüzde 92 si oy vermişti, bu söz de oradan kaldı” diye cevap vermiş.
Aziz Nesin’in ne demek istediği konusunda yorumu sizlere bırakırken, bugün birilerinin cımbızla söküp aldıkları tek cümleden hareketle insanımızı küçük düşürmeye hiç bir hakları olmadığını belirtmekle yetiniyorum.
Halkımız neler yapabildiğini, neler yapabileceğini Kurtuluş Savaşı’nda fazlası ile göstermiştir. Yeter ki başında doğru hedefler koyan, doğru planlamalar yapan bir lider olsun. Beğenelim, beğenmeyelim bugün için halk kendisini lider olarak Erdoğan’ı görmektedir, benimsemektedir.
İnsanların temel özelliklerinden bir tanesi zengin olsun, fakir olsun hiç fark etmez mevcut durumunun hep daha iyi olmasını ister, bekler. Belki de bu yüzden UMUT, en az hava kadar, ekmek kadar, su kadar değerlidir. Hiç kimse en iyi imkanlar sunulsa bile fakirliğinden memnun değildir. Hep, bir gün bu makus talihinden kurtulacağı inancıyla yaşar. Hatta bunun gerçekleşmeyeceğini bilse bile umudunu korumak ister. En azından kendisinin olmasa bile çocuklarının daha iyi bir yaşam sürmesi için elinden geleni yapar. Klasik değimle; yemez yedirir, giymez giydirir.
İstanbul’a yeni bir boğaz yapılmasının karnına doğurmayacağını bilir ama Türkiye’nin büyümesi demek O’nun ya da çocuklarının kurtuluşu için yeni bir umut demek olduğunu düşünür.
Bu düşünme tarzını aptallık olarak ele alanlara içten içe “Bunlar benim umudumu görmezden geliyorlar, fakirliğimi gizli gizli yüzüme vuruyorlar” diye algılayabilme ihtimalini ortadan kaldırmak gerekir.
Millet olarak Atatürk’ü sevmemizin en büyük nedeni sadece ülkemizi düşmanlardan kurtarması, Cumhuriyeti kurması değil aynı zamanda muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmağı hedef olarak göstermiş olmasıdır.
Oysa bugün bakıyoruz ki partili mi değil mi belli olmayan bazı kişiler televizyon televizyon gezerek Atatürk ilke ve inkılaplarının değişmesi hususunda görüş belirtiyorlar. Ancak değişim gelişim yönünde olursa bir anlam ifade eder aksi ise red anlamına gelir.
1923’ün dünyası ile günümüzün küçülen, globalleşen dünyası aynı değil. Değişim gerçekleştirilirken yeni dünyanın şartları, teknolojide yaşanan gelişmeler, sermayenin küreselleşmesi, insan haklarında yaşanan gelişmeler bir bütün olarak ele alınıp halkın beklentileri de dikkate alınarak yapılması halinde doğru sonuca ulaşılır.
CHP’nin yapması gereken artık kapalı kapılarını ardına kadar açması ve içeridekilerin dışarıya çıkması yani halkın içine karışması, dışarıdakilerin de içeriye girebilmesi yani seçkinciliği bırakıp halkla kucaklaşması gerekir.
Yoksa tabanda kapıları kapatıp, yukarıya birkaç merkez sağ aday almakla istenilen sonuca ulaşabilmek mümkün değildir. Aksi halde sadece O kişileri milletvekili yapmış olursunuz, hepsi bu.
Yazının başlığını umut var mı umut? olarak koyduk. Umut veremiyorsanız, 6 oktan bir kaçını kırmak çözüm olmadığı gibi ECHP’de direnmek de çözüm değildir.