Halkımızın, gerçeklerin gizlenemeyeceği manasında kullandığı bir deyiş vardır.

Benim de çok hoşuma gider.

“Mızrak çuvala sığmaz.”

O halde...

Mızrağı gizlemeye çalışmayalım.

Gerçekle yüzleşelim.

Allah, insanları arzın halifesi olarak yaratmış.

Sonrada, özgürlük ve hürriyette sınırsız bırakmış.

Tabii bedeli de var.

Bedelini de ortaya koymuş.

Cennet ve cehennem...

Demek ki had ve sınıra dikkat etmemiz, adaletten şaşmamamız lâzım.

1987’ye gitti hatıralarım. 6 Eylül 1987 referandumu,

Genç yeni mühendis olarak iş hayatına atılmış, 12 Eylül sonrası kurulan yasakları reddeden bir partide siyasi faaliyetlerde görev almıştım.

Türkiye, yasaklı ve suskun olamazdı.

Büyük hedeflerimiz vardı.

Genç, atılgan ve idealisttik.

Darbenin izlerini silmeli, Türk Devletini ayağa kaldırarak çağdaş devletlerin arasında yerini alması için var gücümüzle mücadele etmeliydik.

Devlet, bizden bunu bekliyordu.

Referandum öncesi partimizin kullandığı slogan çok anlamlıydı.

“Konuşan Türkiye, Yasaksız Türkiye”

Sanayide akücü bir arkadaşımızın eski bir dolmuşu vardı.

8- 10 kişi dolmuşa biner, kahve kahve, köy köy çalışırdık.

İstanbul'da hazırlanan o dönemin belgesel videokasetleri vardı.

Konuşan ve yasaksız Türkiye idealini işleyen çok güzel hazırlanmış bir belgeseldi.

O dönemin kahvelerinde VHS video oynatıcıları vardı.

Özellikle köy kahvelerinde, yaşlı ve köyün büyükleri evlerine çekildiklerinde, videoya                    hemen o dönemin açık saçık film kasetlerini koyarlardı, gizliden.

Biz propaganda için kahveye 8- 10 kişi aniden girince, jandarma baskını var zannederek kahvede bir hareketlenme olur, kahveci telaşla videoyu kapatıp kaseti kurtarırken, oturanlar da duvar kenarlarına pencere diplerine kaçarlardı.

Biz, partiden geldik , “bir Bilen’in selamını getirdik“ deyince; korkan ve kızaran yüzlerdeki rahatlamayı düşünün.

Herkes rahatlamış vaziyette oturulur, selam sabahtan sonra bizim getirdiğimiz videokaseti izletilirdi.

Tehlike atlatıldığından gönül rahatlığıyla bizim video beyinlere kazınır, video bitince konuşma faslı başlardı.

O dönemler riskli, askerin baskısının yoğun ve sert olduğu dönemlerdi.

Bizi sürekli takip ederler, bazen ifade verilmeye gidilirdi.

O yüzden partinin ileri gelenleri geri planda durur, bizleri öne sürerlerdi.

Çoğu zaman da ben, kaset faslı bittikten sonra masada ayağa kalkar;

Tekrar bir Bilen'in selamını söyleyerek konuşmaya başlardım.

“Bir Bilen“ yasaklı siyasetçinin kod adıydı. Gerçek adıyla konuştuğun zaman karakolda sabahlatıp ifade üstüne ifadeni alırlardı.

Kahvedeki herkes bizi can kulağıyla dinler, yasaksız Türkiye onların da hoşlarına gittiğinden jandarmanın baskını olmayan bir köy özlemiyle konuşmanın sonunda elleri patlayıncaya kadar alkış tutarlardı.

Referanduma kadar polis ve jandarma takibiyle, yılmadan korkmadan propaganda çalışmasına devam ettik.

İhtilal yönetimi ve iktidar, yasakların devamından yana tavırlarını açıkça koymuşlardı.

6 Eylül 1987 akşamı Türkiye'de sandıklar açıldığında şaşırtıcı ve şok bir sonuç ortaya çıkmıştı.

25 milyon 924 bin seçmenin, 24 milyon 218 bini oy kullanmıştı.

Katılım oranı yüzde 93, 6 idi. Bu o dönem için inanılmaz bir rekordu.

            Yasaklar kalksın diyen, 11 milyon yedi yüz on bir bin

            Yasaklar devam etsin diyen, 11 milyon altı yüz otuz altı bin.

Yani koca Türkiye'de 75 bin fark ile yasaklar kalktı.

Bu fark, İzmir'in oyları ile her şey ters yüz oluyordu.

İzmir kararını vermişti.

729 bin yasaklar kalksın isteyen

523 bin yasaklar devam etsin diyen.

İzmir, 200 bin fark ile yasaksız Türkiye’nin önünü açtı.

Türkiye genelinde yaklaşık 75 bin oy farkla, yüzde 50,2 ye yüzde 49,8 oran ile demokrasi ve özgürlük galip gelmişti.

Yani İzmir, Türkiye’nin geleceğini çizmişti.

Bizim köy ve kahve çalışmalarımız Türkiye'nin geleceğini belirlemişti.

Neticede;

Süleyman Demirel,

Bülent Ecevit,

Alparslan Türkeş,

Necmettin Erbakan,

Hatta Deniz Baykal,

Siyasi yasaklı olmaktan kurtuldular.

Siyasetin çöplüğünde gömülüp, unutulup gitmelerine millet razı olmadı.

Kadere bak ki:

Süleyman Demirel önce Başbakan sonra Cumhurbaşkanı oldu.

Bülent Ecevit Başbakan olarak siyasi hayatına noktayı koydu.

Necmettin Erbakan, Başbakan yardımcısı ve Başbakan oldu. Recep Tayyip Erdoğan’ı yetiştirdi.

Alparslan Türkeş, Başbakan yardımcısı oldu, MHP misyonu Sayın Bahçeli ile devam etti.

Deniz Baykal, Başbakan yardımcısı oldu. CHP genel başkanlığı yaptı ve yerini Kılıçdaroğlu'na bıraktı.

Yani... Mızrak çuvala sığmadı...

Toplumun doğal fıtrat karakteri örtülüp yok edilemedi.

Açık toplum, 28 Şubat baskısında da aynı tepkiyi gösterdi.

Şiir okudu diye başkanlığı elinden alınıp hapse konan Recep Tayyip Erdoğan‘a da sahip çıktı.

O'nu önce Başbakan, sonra da Cumhurbaşkanı yaptı.

Ancak, aradan (1987) geçen 30 küsur yıldan bu yana demek ki bazı kafalar değişmemiş.

Hâlâ demokrasinin vazgeçilmez olduğunu, Cumhuriyetin demokrasi ile parlayan bir güneş olduğunu anlayamayanlar var.

Hiç kimse merak etmesin...

Işıklar bir defa değil...

Daima ve kesintisiz yanacaktır.

Hem de HERKES İÇİN...