İnsan hayatın zorluklarına o kadar dalmış, acılarla o kadar yoğrulmuş ki; yüreğinin sesini duymaya ya zaman bulamamış ya da o zamanı ayırmaya korkmuştur. Belki de gerçeklerle karşılaşma cesaretini kendinde görememiştir.
Öyle anlar gelir ki kişi yüreğinin sesini duyma ihtiyacını hisseder. O ses, onu öyle bir yerlere götürür , “keşke”ler beyninin içinde dolanıp durur. Keşke… Keşke…Keşke…Keşke…
Hayatının rutinliğine kısacık bir ara verme telaşına kapılır. O tatlı telaş onu kendinden geçirir bambaşka dünyaların var olduğunu da hatırlatır. O bambaşka dünyalarda yaşamak, o dünyaların kendisine ne getireceğini bilmek, o dünyalarda kimle karşılaşacağını öğrenmek ister. Mutluluğu da o bambaşka dünyalarda bulduğuna inanır. Adeta bir rüyadadır. Hiç ayrılmak istemediği bir rüya hem de…
Ama… Ama hayat ona gerçeği hatırlatmaktan geri durmaz. Gözünü her açtığında o gerçek ile karşılaşır. Nereye gitse, nereye baksa, kimle konuşsa o hayatın gerçeği peşini bırakmaz. Bir gölge gibi arkasında dolanır, durur. Yüreğinin sesi ile peşinden ayrılmayan gölgesi arasında gel-gitlerle yaşar. Başını yastığa koyduğunda yüreğinin sesi, sabah uyandığında-uyandırıldığında da o gölge ile yaşaması gerektiğinin farkına varır.
Yine de o sesi, “yüreğinin sesi”ni duymazsa hayat ona daha bir anlamsız gelir.