Öğretmen Evi önünde yıllardır görmediğim, bizim eski mahallenin çocuğu, benden birkaç yaş küçük, öğretmen emeklisi eski bir arkadaş, ayni zamanda, geçmişte bizim, eczane müşterimle karşılaştım. Baktım suratı sirke satıyor, dil ucuyla buyur oturalım dedi, Öğretmenevi için. Bak bahçe bile kalabalık, burada rahat konuşamayız, stadın önünde parkta oturur, dertleşiriz dedim o da makûl karşıladı. Parkta, aralık ayının sonlarına gelmiş olmamıza rağmen yeşilin hâkimiyeti halâ mükemmeldi. Bir başkadır benim memleketim.
Bazen trafik keşmekeşi, kaldırımlarda arabalar, motosiklet, bisiklet karmaşası, yayanın can güvenliği, cumartesi günleri,  Pazar yerleri içindeki çeşit çeşit motosiklet, bisiklet ha çarptı ha çarpacak endişesi ile morallerimiz bozuluyor ama ne de olsa memleketim işte. Uzun zamandır ayrı olduğum için özlemişim de.
            Anlat bakalım arkadaş dedim.
Bizim hoca derinden bir ah çekerek hangisini anlatsam diye iç geçirince,  derdin bir değil, hayli olduğu meydana çıktı. Ha, bizim öğretmen emeklisi arkadaşı anlatayım önce.
            Gençlik yıllarımda bizim eski mahallede oturduğumuz evin birkaç sokak ilerisinde, rahmetli annesiyle birlikte oturur, sanırım bir muhasebeci yanında çalışıyordu, bekârlığında. Sabah ben eczaneye giderken karşılaşır o da işine gidiyor olurdu, ayrılasıya kadar havadan sudan bahsederdik. Sonra evlendiğini duydum. Kendisi gibi kısa boylu, hani boyu boyuna, huyu huyuna derler ya o hesap. Akça pakça bir yerli gelini. Başı eşarplı, mantolu,
tahminim, namazında niyazında da idi.
            1974’ de Ecevit iktidar oldu MSP. ile ortak olup.
Eğitim Enstitülerinde iki aylık kurslarla yüzbinlerce genç öğretmen yapıldı, seçmene selâm kabilinden.
Tabii bunların büyük bölümü solcu idi. Günün Milli Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ sıkı bir marksist idi.
Neyse, bizim arkadaş yaşı hayli ilerlemiş olmasına rağmen bu furyadan istifade edip, istikbalini kurtardı öğretmen oldu idi. Uzun yıllar Anadolu’nun  muhtelif  şehirlerinde görev yapıp Ödemiş’e tayinle,  yakın köylerden birinde görevini tamamlayıp emekli hakkı kazandı.
Bizim mahalledeki ana evine döndü. Lâkin talihsizlik zavallı eşi kötü hastalıktan hayatını kaybetti. Tedavisi için epey uğraştılar, eczaneye ilâçları için geldiğinde dertleşirdik. Annesi de daha önceleri vefat ettiğinden yalnız yaşıyordu. Sözü kendisine bırakalım:
            “Üç sene kadar evvel, öğretmenevinde gündüz vakti oturmuş, gazete okuyordum. Bir bayan sesi, masama oturmak için müsaade istedi, pek umursamadan buyurun dedim. Muhabbet etmek için fırsat kolluyordu. Önceleri ha hu ile geçiştirdim, sonra alıcı gözüyle bir baktım ki; yüreğimin yağlarının eridiğini hissettim. Sarışın (mutlaka çakmadır) bir afeti devran. Elim ayağım kesildi.Açık mavi bir ceket-etek (dö-piyes demek istedi herhalde) hani Amerikan Dış İşleri Bakanı var ya Hillary Clinton ayni o.İlk bakışta aşk diye bir şeyler duymuştum ama acaba benim de başıma gelen bu muydu? Çay ısmarladım. Bir iki gün yine öğretmen evinde rastlaştığımızda, Ödemiş’deki akrabalarına misafir geldiğini söyledi. O da eşini kaybetmiş benim gibi çocuksuzmuş. Ben vuruldum, arkadaş! Çarpıldım.
O da bunun farkında ki; pattadak biz evlensek ya deyiverdi. Bana bir şartı vardı, Resmi nikâhla evlilik değil ama. Bu devirde çok kişi seviyeli birliktelik yaşıyor. Biz de öyle yaparız deyiverdi. Hem eski eşimden maaşım da kesilmez, bolluk içinde yaşayıp gideriz. Seviyeli birliktelik demişti, ne güzel konuşuyordu. Bu durum benim de işime geldi, gelir seviyemiz yükselecekti bu suretle. Hocam çağdaş görüşe sahip, seküler yapıda bir aydın kişi idi. Küçük bir siyasi tartışmamızda, öğrenmiştim bunları. Bizim hocanın solculuğu az buz değil, benimle bu konuya hayatında bir daha  hiç girmedi, bilirdik birbirimizin görüş farkını ama hiç söz etmezdik siyasetten beraberken. Rahmetli sinemacı Ülkü, hakim Macit bey, muhasebeci Servet Sönmezoğlu ağabey gibi daha ismini sayamadığım ahrete uğurladığımız çok solcu dostum olmuştur benim.
Yaşayanları buraya almıyorum, sağ olsunlar sevdiğim saydığım çok CHP. li vardır hayatımda. Herkes fikrinde hürdür. Ben demokrat bir kişiliğe sahibimdir.
Hocamız, bilmem kaçıncı bardak çayından bir yudum daha alıp sözlerine devam etti…
            “Yalnız bu durumu, belli etmeyelim, hem tepki çekme yönünden iyi olmaz dedi. Bu arada ben ona zaten dökülmüştüm. Zar zor kooperatif yoluyla edindiğim denizdeki evi de söylemiştim. Gider orada yaşarız hem sen de memleketinde, meslek arkadaşlarının yanında zora girme dedi. Ne güzel şeyler söylüyordu. Ben birkaç eşyamı toparladım, anamın evine kilidi vurup, deniz evime doğru yelken açtık. Onun bir valizi vardı. Pek garibime gitmedi. Senin evin nerde, eşyan falan yok mu demeye,  efsunlanmıştım adeta.”
            “Bizim sahildeki evin bulunduğu sitede epey oturan vardı. Şehre uzaklığına rağmen insanlar bu cennet gibi yerde yıl on iki ay oturuyorlardı. İlk zamanlar bir iki yaz o da birkaç günlüğüne gitmişliğimiz vardı ilk eşimle ama, o kadar, bu arada komşulardan kimseyi de tanımıyordum. Ev yıpranır paramı da alamam korkusuyla kiraya da vermeyi hiç düşünmemiştim. Bayağı yerleştik oraya, zaten ev eşyalı. Saatte bir dolmuşlar geçiyor bizim sitenin önünden şehre giden. Komşu sitede bir bakkal dükkânı da var, ihtiyaçları oradan gideriyoruz. Sahilde beraber yürüyüş yapıyor, bakkala birlikte gidiyoruz. Kırk yıllık evli gibi hissetmeye başladım kendimi. Bakkaldan bira, sigara falan da almaya başladı, ilk zamanlar pek bir şey demedim. Ben hayatımda içki sigara kullanmadım ama, o içince çok hoş oluyordu.
            Derken beni de alıştırdı biraya. Ülen pek de güzel miş deyip, ben de şişeleri yuvarlamaya başladım.
Bir ki hafta sonra, pattadak sen Kıbrıs’a gittin mi hiç diye soruverdi. Ben tabi kafayı bulduğum günlerde bankadaki paramı bile söylemişim, kadın fettan her şeyimi öğrendi. Kıbrıs işi önceleri benim de hoşuma gitti, ölümlü dünya dedim biz de görelim bir kere yavru vatanı. Ben pasaport felân diyecek oldum. O, oho ben doğmadan evvelmiş senin dediğin, Kıbrıs’a giderken pasaport gerekmiyor. Oh, pasaport masrafından kurtulmuştum. Bizim yazlığın bulunduğu şehirden, otobüse atlayıp Bodrum’a gittik, bizim hanım demeye başlamıştım bile. Her şeyi biliyordu.
Beni zar zor ikna edip Bodrum’dan uçakla ver elini Kıbrıs. Ben sanki rüyada gibiyim. Kıbrıs’a indiğimizde, bir taksiye doğru yürüyecek oldu, havaalanı çıkışında, otobüs vardır, taksi pahalı olur diyesiye şoför bagaja valizleri atmıştı bile. Burada taksiler ucuz dedi, ben halâ uyanmıyorum. Bizimki meğer buraların kurdu imiş, çok geç anladım ama ne fayda. Neyse, taksiciye Girne dedi. Bir saat kadar sonra cennet gibi, sahili ışıl ışıl lâmbaları, Girne’ye vardık. Sahilde temiz bir küçük bir otele yerleştik. Meğer oteldeki yerimizi daha çok önceden ayırtmış. Eşyaları koyup, karnımızı doyurmak için çıktığımızda sahil boyunca onlarca restoran, cafe, birahane  bizi bekliyordu.
Beni bir birahaneye soktu. Hayatımda ilk defa bir meyhaneye giriyordum. Hem parasından, hem kokusundan tiksindiğimden bu kadını tanıyasıya içki içmemiştim. Ödemiş’de Öğretmen evinde arkadaşlar hemen hemen her akşam içerlerdi, ben hep uzak durduydum. Neyse yemeklerimizi yedik, biraları çektik. Gel bak seni nereye götürcem dedi. Sahil boyundaki lüks bir otele girdik. Şakım şakım ışıklı, gürültülü, hafif alkol kokulu koca bir salon, futbol sahası kadar. Bir sürü ışıklı makineler, millet başında oturmuş, bir kol çekiyor, altın sarısı para gibi bir şeyler dökülüyor, erkek kadın kumar oynuyorlar.Bir ellerinde dökülen o sarı şeylerin konduğu çanak diğer ellerinde içki kadehi Amerikan filmlerinde görürdüm de şaşar kalırdım hep, işte canlısının içindeydim. Bir yandan da tırsıyorum, içime bir korku girecek gibi oluyor, içkinin verdiği rahatlık ve pervasızlık cesarete dönüşüyordu bende. Neyse, yarı çıplak garson kızın biri, bize yanaştı elindeki tepside çeşit çeşit  kadehlerdeki içkiyi misafirlere ikram ediyorlardı. O kadar çok garson kız vardı ki. Ben, bunlar pahalıdır, aman bulaşmayalım, dediğimde benimki kahkahalarla gülüyordu. Ben saf oğlan hiçbir şey anlamadan ona uyuyordum. Beleş kadehleri ardı ardına yuvarlıyorduk. Benden para istedi, normal zamanlarda hiç para istememişti. Hatta bizim yazlıkta kalırken, cebinden harcamaları hoşuma gidiyordu. Hem benden para çıkmıyordu, hem hayat müşterek deyip kendi parasıyla bakkaldan alış veriş edişi beni mest ediyordu. Yaşlılıkta bulduğum şansa bak diyordum kendi kendime. Kumarhanede içtikçe içiyor uçuyordum adeta. Onun için benden para istediğinde hiç tereddütsüz cüzdanı avucuna koydum,  meret içki beni iyice cesaretlendirip, bonkör bir adam haline bile getirmişti. Oradan bir madeni çanak içine ilk girişte gördüğüm altın renkli tavla pulu gibi şeylerden aldı, geçtik bir makinenin başına, ben pulları delikten makineye atıyor, o kolu çekiyordu. Bazen haldır deyip bir sürüsü dökülüyor, bizim hanım çanağımıza koyuyor, banka veznesi gibi bir yere götürüp TL.Dolara çeviriyorduk, çok hoşlanmıştım. Bizimki kazandık diyordu. Sabaha karşı, kumarhanenin yanındaki  otelin lokantasına işkembe çorbası ikramına çağırdılar. Her şey bedavaydı. Oh be dünya varmış dedirtiyordu bana. Kör kütük otelimize sabah ışıdığında döndük ilk gün. Akşama kadar uyumuşum. İyice susamış olarak baş ağrısı ile uyandığımda;
Baktım odada yalnızım, önce bir korktum. Acele giyinip aşağı inince baktım bizimki resepsiyondaki bayanla sohbet ediyordu. İtiraf etmeliyim ki, önce acaba beni bırakıp kaçtı mı endişesi dolaşdı zihnimde.Sonra kafamdan silip attım, bir daha da öyle kötü şeyler düşünmedim, işime gelmiyordu, bu rüyadan uyanmak!
            Akşam, sahildeki başka bir restoranda yemek yedik. Gelen hesabı görünce içimden, ülen ben bu kadar parayla bir ay geçiniyordum, diye geçirdim.
Cüzdanı kaptırmıştık bir kere. Bu sefer Girne’nin iç taraflarını gezdireyim sana gel dediğinde bile onun buraların hiç de yabancısı olmadığı fikri aklıma gelmiyordu. Her tarafı, her şeyi biliyor, selâmlaştığı bile oluyordu açık dükkânlara müşteri buyur eden genç oğlanlarla. Beni bir başka otele soktu, tabii yine kumarhane. Ayni ihtişam, bol ikramlar su gibi ikram içki. Kadehin birini yuvarlıyor, geçen garson kızın elindeki tepsiden dolusunu kapıyordum. Kırk yıllık ayyaş gibi olmuştum ve de kumarbaz. Ayaklarım yerden yukarıda uçuyordum keyiften. O gece de ayni heyecanı yaşattı bana. At diyor, atıyordum o altın sarısı pulları makineye, o boyuna makinenin kolunu çekiyordu. Kazanınca çanağa doldururken çığlıklar atıyordu. Düşünme melekem yok olmuştu. Geceleri alkolün verdiği umursamazlık, gündüzleri akşama kadar uyku. Üç mü dört mü bilmiyorum kaldığımız gün sayısını. Otelden çıktık, taksi diye seslendi bizimki, ver elini Lefkoşe.
Zaten avuç içi kadar bir şehir. Bir şey dikkatimi çekti. Lefkoşe, Girne, Güzelyurt, Gazi Mağosa birer ilçe yani kaymakamlık. KKTC. nin Başkenti Lefkoşe ilçe.
Dünyada başka örneği var mı bilemem.
            Akşama doğru, taksi ile Gazi Mağosa’yı da gezdirdi, uçağımız gece imiş, gece daha ucuz oluyor dedi, uçak bilet fiatları. Her şeyi biliyor ve o hallediyordu. Uçak bileti, ayakbastı parası falan, yetmiş yaşına kadar ayakbastı ücreti diye bir şey duymamıştım, oysa onca yıldır gazete okur, televizyon izlerim, demek ki yaşayarak öğrenilecek daha çok şey varmış. Sabaha karşı Türkiye’ye bu sefer Dalaman Hava Alanına indik. Otobüsle yine bizim yazlığın bulunduğu şehrin yolunu tuttuk. Garajda ben de gayri ihtiyari taksi demişim, sarı taksi yanaştı, valizleri koyup sitedeki evimize ulaştık.  Mübalâğasız iki gün iki gece uyudum. Bizimki müziği sonuna kadar açıyor, sigaranın birini söndürüp, birini yakıyordu.
Kıbrıs’a gitmeden bizim yazlıktaki bakkaldan sigara aldığını bir iki defa görmüştüm o da tek tük içiyordu.
Kıbrıs’taki Kumarhanelerde garson kızların kimisi de tepsilerinde çeşit çeşit sigaraları paketleriyle ikram ediyorlardı ya müşterilerine, ben sigara içmediğim için ilgimi çekmemişti. Bizimki orada da içkisinin yanında sigara da tüttürüyordu ama, zaten hayal dünyasında idim. Bizimki epey sigara depolamış.Dönünce yazlıkta, büyükçe çantasının içinde bir baktım paket paket renk renk kutularda dünyanın sigarası. Bunlar ne böyle diyecek oldum, ikram ediyorlardı Kıbrıs’ta kör müydün diye ilk defa beni tersledi, üzerinde durmadım. Nasıl olsa para benden çıkmamıştı. O üç dört gecede sigaranın kokusuna da dumanına da alışmıştım. Söylemiştim, daha önce; cüzdanımı sarhoşken kendisine verdiğimi.
İsteyecek oldum, bana itimadın yok mu diye yine tersledi. Beraber harcamıyor muyuz deyip de. Zarar mı kâr mı ettik diye de soramıyordum. İpleri iyice eline geçirmişti bizimki. Giyimi değişmiş, dekolte kıyafetler almıştı Kıbrıs’tan. Evin içinde giyişi çok hoşuma gidiyordu, bizim rahmetli hanım evin içinde bile değirme bağlardı başına, böyle şey görmemişiz ki arkadaş. Havalar serin, yaz sezonu da olmadığı halde yazlıktan çıkarken bile dekolte giyiyor, kızarım diye  bir şal veya hırka ile örtünmeye çalışıyordu. Ben kör oğlandım artık.
            Antalya’ya gittin mi hiç? Dedi, Allah bilir sen oraları görmemişsindir. Gitmemiştim. Sadece görev yaptığım, bir iki şehirdi gördüğüm o kadar. Askerken de Ankara’ya şehir içine ayda alemde, Mamak’taki Muhabere Okulundan izinli çıkardık. Bizi Kızılay’a falan sokmazdı inzibatlar, asker kıyafetiyle. Haa
Antalya’ya bilet aldım, bu sefer otobüsle gidelim, gündüz yolculuğu yapıp etrafı seyrederiz, dediğinde çoktan hazırlığını yapmış, havuza gireriz diye bana bile mayo almıştı kendininkiyle birlikte. Ben yazlıkta denize menize hiç girmedim ki arkadaş. Yüzme bilmem etmem. Bizim çocukluğumuzda mahalleden ağabeyler, Rahmanlar çayına yüzmeye gidiyoruz derlerdi de rahmetli anam, ünü çıktığı kadar bağırır, aman yovrum boğuluusun diye salmazdı beni tek çocuk işte  kıymetlisi diye.
            Yetmişinden sonra aşk sayesinde yüzme havuzu da gördüm ve girdim, daha neler neler öğrendik. Antalya oto-gar’a indiğimizde, baktım bu taksilere yöneliyor, halbuki bu kış günlerinde bile on-onbeş kadar servis aracı otobüslerden inen yolcuları gidecekleri yere kadar götürüyor. Bana, bizim otel uzak dedi. Taksiciye, Kremlin Sarayı deyip devam etti, biliyor musun Topkapı Sarayı’nın ötesindeki otel diye taksiciyi sinirlendirdi. Ben şaşkın kendi kendime ülen Topkapı Sarayı İstanbul’da. Kremlin dediğin Moskova’da o kadar mürekkep yalamışlığımız var, biliyoruz herhalde diye içimden geçirdim. Soramıyorum, bana da harlarsa diye, taksiciye de madara olacağız. Sustum. Bindik bir alâmete gidiyoruz Kremlin kıyametine. Yarım saat kadar sonra, yolda baktıydım.
Alanya’ya şu kadar km. levhası vardı. Hakikaten bir sarayın önünde durdu taksi. Bir gözüm taksinin taksimetresinde. Otuz küsur lira yazdı. Bizimki elli kâğıdı tokalayıp üstü kalsın diye bir efelik yaptı, benim içim gidiyor. Paracıklar, ah paracıklarım.
Antalya’yı bir başka sefer anlatırım deyip, çay söylesene arkadaş, dilim damağım kurudu dedi irkilmişim. O kadar kendimi kaptırmışım ki, şimdi yazıya dökerken bile sanki onunla beraber mişcesine anlattıklarını adeta yaşıyorum.
            Neyse bizim, Ege’deki yazlığa döndük. Kadın dur durak bilmiyor. Bir ay kadar burada kalalım diyecek oldum, seninle böyle tenha bir yerde tos tos oturamam dedi.
Ben bu dünyaya yaşamaya geldim. Gene Kıbrıs’a gideceğiz. Amma önce başka bir var deyince bayağı meraklanıp, heyecanlanmışım. Bu yazlığı satıp, yazlığın şehrinden bir daire kiralarız, ben buralarda sıkıldım deyiverdi. Elim ayağımdan canımın çekildiğini hissettim. Emek emek taksit taksit yıllarca ödeyerek edindiğim tek malım da elimden uçuyordu.
            Yalanlar söylüyor, çocukcasına kandırıyordu.
Bir iki defa daha Kıbrıs’a giderek paramızı büyütecek, İzmir Karşıyaka’da yalı dairesi alarak bundan sonra orada müreffeh bir hayat yaşayacaktık.
Ben bırakın ana evimden bahsetmeyi, zaten benim evi görmemişti bile, Ödemiş’den dahi söz edemiyordum.
            Yok bahasına deniz evini sattırdı, şehirde bir daire kiralayıp taşındık. Bankadaki paramın çok miktarı da gitmişti. Karşıyaka kordonunda ev hayaliyle bir iki defa
daha Kıbrıs’a gidip gelmiştik. Paralar da suyunu çekti dedi bana. Para pul her şey onun elindeydi.
            Hoca anlatıyor, anlattıkça coşuyordu, bu coşkunun hıçkırıklara dönmesine ramak kalmıştı.
Karanlık bastı hocam, hem ben üşüdüm dedim.
Dur. Sonunu dinle dedi.
            Kıbrıs’a son gidişlerinde, yine sabaha karşı geldikleri otelde yine akşama kadar uyumuş bizim hoca, sözlerine devam etti “ Bir uyandım, yanmışım dilim damağım kurumuş. Baş ucumdaki sehpadan suyu almak için uzandığımda  iki adet mavi yüz liralık bir kağıt parçası ile birkaç satır yazı vardı. Suyu bile içemeden okudum. Şöyle yazıyordu : “Salak herif !
Hadi bu yaştan sonra senin kıçının pisliğini temizleyemeyeceğimi anlamadın, bunca zaman bir eczaneden Viagra almayı bile akıl edemedin, yanımda bostan kabağı gibi yattın ! Bıraktığım parayla, oteldekilere sor soruştur. Seni feribot iskelesine giden otobüse bindirsinler, feribotla Türkiye’ye döner, oradan otobüsle memleketine gidersin! Bu iki yüz lira sana yeter! Ödemiş’e kadar.”
 
            Akşam ezanı okunalı çok olmuş, parkın ayazında
donmuştum. Kalkalım, dediğimde; birden, sahi yahu sen gazetede yazıyordun değil mi ? dedi. Yine kendisi cevapladı, tabii ya. Gerçi sen hep siyaset yazıyorsun, bu anlattıklarım seyahat ve anı veya biyografi diye birkaç kelime sıraladı. Ne demek istediğini anlamamıştım. Yazamazsın böyle edebi (!) şeyler ya, yazsan bile adımı kullanma ha! diye vurguladı sözlerini..
            Doğru ya, halâ daha bizi öteki görenler vardı.
Bizim hoca da onlardan biriydi. Ne de olsa aydın (!) kişiydi. Bizim gibiler, kahvehane muhabbeti ve kısır politikadan başka bir şey bilmezdik. Orhan Pamuk da onlardan çıkmamış mı idi. Hoca bir şeyi unutuyordu.
Ben onun, bizim mahalledeki Ayşe teyzenin oğlu olduğunu. O belki unutmuştu, başını sokacak şantiye de olsa bir örtü altının anacığından kaldığını.