Birilerinin iktidar partisine ısrarla “ak” etiketini yapıştırma hevesinde oldukça ben de ısrarla söylüyorum, söylemeye de devam edeceğim; iktidar partisinin adı AK Parti değil , Adalet ve Kalkınma Partisi ya da AKP’dir. Partinin adının “ak” ve “parti” olarak bölünerek ifade edilmesi komik ve zorlama bir ifadedir. Türkçe’mizin dilbilgisi kurallarına da uymaz uymamasına da zaten bunu ifade etme ısrarında olanlar Türkçe’yi ve kurallarını ne kadar önemsiyorlar o da ayrı konu (!)  Anap’a nasıl ana parti denmiyorsa ilk iki harfi birleştirip son harfi açarak söylemek de çok yanlış.
Neyse bu küçük hatırlatmadan sonra gelelim asıl konumuza. İktidar partisi üçüncü dönem içinde faaliyetlerine (!) devam ediyor. Daha doğrusu neredeyse partinin her şeyi olan Başbakan Erdoğan faaliyetlerine devam ediyor. Çünkü pek çok seçmenin de üzerine basa basa söylediği gibi oylar partiye değil sayın Erdoğan’a verilmişti. Bu sebepten partiden çok temsilcisi Erdoğan hep konuşulan isim oldu bu süre içinde. AKP ve Erdoğan’ın bazı göze hoş gelen eylem ve hizmetlerini görmezden gelmek doğru olmaz. Hele hele hükümetin içinde farkları hemen ortaya çıkan sayın Binali Yıldırım ve sayın Ahmet Davutoğlu’nu ve faaliyetlerini yok saymak mümkün değil. Ancak bu isimler üzerlerine düşeni yapsalar da AKP’nin diğer faaliyetleri çok düşündürücü.
Uzun bir süre dillerde dolaştırılan ve içinde ne olduğu hala bilinemeyen Kürt açılımı ve paketi (!) sayesinde Kandil’den inen teröristlerin ayağına devletin hakim ve savcısını gönderen ve onların ellerini kollarını saylayarak gitmesine seyirci kalan bir devlet portresi ortaya çıktı. Bununla yetinmeyen ayrılıkçılar şimdi de her gün onlarca insanı öldürüyor, onlarcasını da kaçırıyor. Tüm bunlar karşısında sanki hiç kusuru yokmuş gibi sitem eden başbakanın da “ciğeri yanıyor” (!) Valla kimse kusura bakmasın devlet teröristin ayağına mahkeme götürüp bir güzel de serbest bırakırken vatansever olan bizlerin de ciğeri yanıyordu. Bugüne gelinmesine sebep olan icraatları yaparken nasıl tek başına bildiğinizi yaptıysanız şimdi de çözün bakalım bu pisliği. Ama çözüm yerine pek çok zaman olduğu gibi “gündemi değiştirme” çabaları ortaya çıkıverdi şimdi de. Her gün artan şehit haberleri birden ikinci plana atıldı ve Alman vakıflarının bazı CHP’li belediyelere kredi verdiği ve buradan elde edilen kazançlarla PKK’ya yardım yapıldığı konusu gündeme oturdu. Sayın Başbakan bir de yol gösteriyor “Kılıçdaroğlu gelsin ben ona söyleyeyim.” Kulaktan kulağa oyunu mu oynuyorsunuz? Paşalar birer birer içeri alınırken, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde operasyonlar düzenlenirken kulağa mı fısıldadınız yasa dışı işleri. Ortada bir hukuksuzluk varsa devletin savcısını hakimi ve güvenlik güçlerini harekete geçir. Yoksa artık suçluları yargılamaktan vazgeçip büyüklerinin kuklalarını çekmesini izleyeceğiz? Gündem değiştirme amacı apaçık olan bu komik söylemlere gülüp geçemiyorum bile.
Bu yazdıklarıma karşı birileri diyecek ki “yahu her şeyi de iyi yapmayıversinler, ekonomik olarak çok yol aldık, halkı, fakiri fukarayı düşünüyor bu adamlar.” Tabii ücretsiz (!) sağlık hizmetlerinden yararlanmak için muayene başına reçetelere ücret yansıtılmasını, elmas ve pırlantadan vergi alınmazken ekmek ve sütten alınan vergileri, KOBİ ve küçükesnafı adeta yok edecek olan büyük şirketleri özendiren çalışmaları, açılmayan ama teker teker kapanan fabrikaları, özelleştirme adı altında birer birer satılan milli öz değerlerimizi, eğitim alırken karşımıza çıkan harçlar ve bağışları (!), adım başı katkı adı altında talep edilen ödemeleri ve benzeri onlarca uygulamayı saymazsak yukarıdaki cümleyi kısmen kabul edebiliriz. 
Eğitim, sağlık ve adaletin bedelsiz olması ve devlet tarafından bu hizmetlerin karşılanması sosyal ve demokratik hukuk devleti olmanın ön koşuludur. Ancak maalesef sağlık ve eğitim alanında vatandaşa yüklenen ödemeler son dönemde adalet alanında da çok dikkat çekici hale geldi. Bir süre önce uygulamaya başlanan ceza yargılaması sonucunda temyiz ve itiraz hakkı adeta kısıtlandı ve bunlar para karşılığı yerine getirilir oldu. Yani devlet vatandaşını rızası dışında yargılıyor, ceza veriyor ve bu cezanın daha yüksek bir mercii tarafından incelenmesi koşulunu rızası dışında yargılanan vatandaşın “bedel ödemesine” bağlı tutuyor. Yani parayı vermezsen kararı temyiz edemezsin ve cezanı çekersin. Bu garip ve savunma hakkının kullanılmasına aykırı uygulama iktidar partisinin icraatlarından. Ama durun sadece bununla kalmıyor iktidarın icraatları. 1 Ekim 2011 itibariyle yeni Muhakemesi Kanunu yürürlüğe girdi.  Bu kanunda yargıyı hızlandıracak ve yargının yükünü azaltabilecek bazı hükümler var. Bunlar kulağa hoş geliyor değil mi? Ama artık davayı açtıktan sonra ihtiyaç olduğunda pul, yolluk, avans, keşif ve bilirkişi masrafı gibi bazı bedelleri peşinen ödemek zorundasınız. Bu da bir yargılamada daha önce de var olan açılış harçları hariç olmak üzere yaklaşık 350,00 TL. ile 1.500,00 TL. civarında bedelin peşin ödenmesini gerektiriyor. Yani hakkını mı arayacaksın ortalama 600-700 Türk Lirası’nı gözden çıkaracaksın. Önceden 150,00 TL. verilerek açılan davada ihtiyaç duyuldukça bu masraflar yapılıyordu ancak şimdi bunların hepsini peşin yatırmanız gerekiyor ki hakkınızı arayasınız. Yani parayı veren adaleti talep etmeye hak kazanıyor. Para yoksa adalet de yok! Tabii böyle olunca açılacak dava sayısı da azalacak ve dolayısıyla yargının yükü de hafifleyecek. Zamanın Milli Eğitim Bakanı’nın öğrencisiz bakanlık hayali maalesef pek mümkün görünmüyor ama bu gidişle davasız mahkeme hayalleri çok da uzak olmasa gerek.
Artık 1 Ekim’de yürürlüğe giren ve çok çarpıcı hükümler taşıyan HMK’nın da uygulamaya girişiyle adliyelerde yepyeni bir döneme giriliyor. Ne diyelim yeni uygulamanın hayırlı olması temennisiyle “yaşasın adliyemiz.