‘Bu da ne demek, tuhaf yazı başlığı da ne oluyor’, dediniz sizi duyar gibiyim. Öz eleştiri yapacağım, kimse alınmasın. Kardeşim! Kitap okumazsın, gazete okumazsın. Televizyonda her akşam, evet her akşam, Başbakan’dan çarkçı Kemal’e hüzzam makamında fırçalar programlarını (TV’ciler haberler diyor) bıkmadan usanmadan dinlersin. Çarkçı Kemal, kendisine tabii olarak cevap hakkı düştüğü için, geri durur mu? O da küfür, hakaret, saçma sapan kelâmlar ağzına ne gelirse konuşur, birbirlerini mahkemeye verirler. Tazminat alan matahmış gibi öğünür. Ondan sonra Tv dizileri başlar, geceler uzadı nasıl olsa. Seç seç al, pardon seyret. Çoğu her hafta bir bölüm için yazılan, zıpçıktı birkaç gençten oluşan bir yazı ekibi oluşturup, güzel çıplak kadınların, yakışıklı ama mutlaka kirli sakallı genç adamların rollerini oynadıkları Akil Adamların, aptal kutusu dedikleri meret olası, toplum olarak müptelası olduğumuz 20’inci asrın en önemli buluşu televizyon denen meretin karşısında yerimizi alırız.

Kemal Beyle Recep Tayyip Bey’in atışmaları zaten “Haber Bülteni”nin yarı zamanını almıştır. Sonra başlar; canım gençlerimiz asker ve polisimizin, vatan haini alçakların kurdukları kahpe tuzak ve saldırılardan şehit olan, yüreğimizi yakan haberler ve bayraklı tabutlar içinde son yolculuğa uğurlanışları. Çileleri bir türlü bitmeyen İslâm Âleminden; başta Suriye olmak üzere Arap Dünya’sının yürek burkan savaş görüntüleri. Geçen sene yurdumuzu ziyaret eden Filistinli bir Devlet Adamı aynen şöyle demişti; “BİZ ARAPLAR, OSMANLI’YA YAPTIĞIMIZ İHANETİN CEZASINI ÇEKİYORUZ”. Doğru söze ne denir.

Karşısına kilitlendiğimiz aptal kutusu haberlerine devam edelim;  cinayet, intihar, trafik kazaları, yangınlar, sel baskınları, inşaat göçmeleri, vurdumduymaz insanımızın üzerini örtmeden, işaret koymadan bıraktığı kazılan yollarda çukurlarda can veren minik yavrularımız. Haber Bültenimize devam ediyoruz;      adını başlığa aldığım “MUSİBET SERGİSİ” açılmış İstanbul’da. Yukarıda belirttiğim, sizin de içinizi kararttığım bunca olumsuz haberden sonra akılda mı kalır böyle ilginç bir sergi. Sergiyi açan, bu vatana, insanımızın geleceğinin hayrına hizmet eden dernek ve kişiler.

Bizim toplum gibi, duyarsızlıkta sınır tanımayan, yurdum insanıyla dalgalarını da geçmişler bir slogan ile; “KENTSEL DÖNÜŞÜME KARŞI DEĞİLİZ!” diye yola çıkmışlar. Allah kendilerinden razı olsun.

Geçen haftalarda gazetemiz “Yerel Güç”te Tire Haberlerinde, ”Kentsel Dönüşüm”e karşı olanlar abuk-sabuk gerekçelerle kendilerini müşkül duruma düşürdüklerinin farkında bile değillerdi.

 “İstanbul Tasarım Bienali’nin (Fr.Yıl aşırı) Kreatörlerinden (sergi gibi etkinlikleri düzenleyen) Emre Arolat, ’Sergi gezme alışkanlığı olmayan 5 kişi bienali gezsin yeter...’ dese de Musibet Sergisi; tartıştığı meseleler bakımından sadece 5 kişiyi değil, Kentsel Dönüşüm Yasası’nın uygulanacağı 33 ilimizi ilgilendiriyor.” Bu 5 kişi bir toplulukta, kahvede 5 kişiye daha anlatırsa insanımızı aydınlatmada mesafe alırız demeye getiriyordu.

Aklı başında, kör ideolojiye zihnini teslim etmeyen, ille de bu girişim şimdiki hükümet tarafından gerçekleştirilecek diye karşı çıkmak aklıselim sahibi insanlara yakışmıyor. Kentsel Dönüşüm’e karşı olmak, gelecek kuşak evlât ve torunlarımızın, sağlıklı, güvenli mekânlarda yaşamasına, hele hele deprem riskinin yoğun olduğu ülkemizin birçok yöresinin dayanıklılık arz eden binalara kavuşacağı için sevinmemiz gerekir diye düşünüyorum. Bir kentin dönüşmesi kadar normal ve sağlıklı bir şey olamaz. Şehirlerimiz sürekli sağlıksız bir şekilde büyüyorsa “ki, İstanbul her gün 500 yeni otomobilin trafiğe çıktığı heyulâ (korkunç büyümüş) bir şehir oldu.”

Böyle bir şehrin ve dönüşümün gerçekleşeceği şehirlerimizde dönüşümün olmamasını dilemek kadar saçma bir şey olamaz. Ama bu dönüşümün nasıl yapılacağı ve bunun için yapılan tasarımların hangi niteliklere sahip olacağı çok önemli.

 

Çünkü sadece sıhhi olmadığı için yıktığımız yapılar yerine, betonarme kalitesi biraz daha iyi olmasına rağmen pek çok sosyal ve çevreye duyarsız yeni binalar yapıyorsanız bu “Kentsel Dönüşüm” yasasının iyi tatbik edilmediğini gösterir. Ben diyorum ki; yolun başında iken kim yaptı, ne zaman yaptı, niye yaptı, diye sonradan dövünmemek için, tasarım (bir sanat eserinin ilk taslağı) bağlamında çok boyutlu, çok disiplinli, ben yaptım olduculara meydanı bırakmamalıyız. Mühendis, Mimar Odaları, Şehir Plânlamacıları, mantıksız kör ideolojilerle uğraşacaklarına, geleceğimizi müthiş ilgilendiren bu hususlarda hemen sürece dâhil olmalıdırlar. Ortaya çare, yenilik koymayan, sonuca tesir etmeyecek kuru tenkitler, böyle çok hızlı projeler ilerlediğinde sonradan geri dönüşün olamayacağı aşikârdır.

Elbette, bireysel veya toplu tepki vereceğiz. Derdimiz isyan çıkarmak değil elbette. Ama ne yazık ki insanımız yönetim erki (yönetici iktidar) tarafından ortaya konulan her şeyi koşulsuz (şart koşmadan) kabul ediyor. Statükocu devletten kalma, biraz zor terk edilecek bir dert bu.

Bizim de kendi hayatımız için çok önemli olabilecek şeylerin kararları maalesef çok kısıtlı bir çevrede veriliyor. Örneğin Ödemiş’te, Şehir Meydanı düzenlemesi için proje yarışması açıldı. Uygulanacak Projeyi halk değil, dar bir çevre seçti. Sonra yarışmaya katılan bütün projeler THK Binasında (eski Halep) halkın görüşüne sunuldu. Halk da hiç itibar etmedi bu sergiye, serde duyarsızlık var ya! Bu şehrin insanı olarak bana önce niye sormuyorsun arkadaş? Zeytinlik yoluna dikilecek süs ağaçlarını belediye önünde sergileyip hangilerini dikelim diye sormuştunuz ama! Şehir Meydanı genişletilmesi daha mı önemsiz bir iş? Meselâ diyorum.

Yukarıdaki başlık olan sergi onun için açılmış. Serginin düzenleyicisi, bu sergiyle halkı dürtmek, irkiltmek istedik diyor. Pek de iyi ediyor. Hayatımızı tanzim edenler, geleceğimizi biçimlendirenler uyarılsın diye duyarsız insanımızı dürtüklemek istemiş bu iyi insanlar. Ey millet sen bunlara niye dâhil değilsin demek istiyorlar. Çünkü tasarım sadece tasarımcıların ya da yönetim erkinin bileceği bir şey değil diyorlar. Gözümüze sokuyorlar. Etkilenme ve etkileme gücü olan münevver kişilere (aydın değil) büyük işler düşüyor. Bir kötü örnek; üç Eylül Parkı meydanda. Yürüyenlerin ayağını burkan sevimsiz taşlık. Parkta toprak olur, çiçek olur. Bir, bir buçuk metre eninde, bir yürüyüş parkuru yapılarak diğer kısım toprak bırakılsa, çiçeklendirilse, toprak kokusunu insanımız şehrin ortasında duyaydı fena mı olurdu? Birilerini zengin etmek için eğri büğrü, yamru yumru sevimsiz taşları döşeyip güzelim parkı rezil ettik.

Gelelim sözünü ettiğimiz sergiye. Aydınlanan halkımız; “Burada bir şeyler oluyor, esasen bu tasarım denen şey o kadar da bizi ilgilendirmeyen bir şey değilmiş, neredeyse bütün hayatımızı koşullayan bir şeymiş!” diyecektir o zaman. Sergi tasarımlarla, şimdiki çarpık hali yansıtan şehrin binalarını, sokaklarını, meydanlarını gösteriyor. Ne yazık ki, sergi İstanbul’da. Aklıselim sahibi televizyoncular keşke bunu tüm insanımızın istifadesine sunsalar da “Musibet Sergisini hepimiz görsek”. İnşallah yeni Ödemiş Kent Meydanı da beton ve taş yığını olmaz! İnsanın aslı olan toprak unutulmaz.

Saygılarımla.