Kendisinin güzel soyadını taşıyan mahallenin çocuğuyum. Çocukluktan tanımıştım, gençlik yıllarımda Ödemiş Belediye Meclisi & Encümeni’nde görev yaparken bu şehre hizmetlerini öğrendikçe;  doğup, büyüdüğümüz, ömrümüzü geçirdiğimiz bu şehre olan hizmetleri yanında farklı kişiliğini, diğer pek çok yönünü öğrendim ve hayranlığım arttı. Böyle kişiler hakkında genç kuşaklara bilgi aktarabilmek bizim görevimiz.
Kendisine “KOCA DOKTOR” dedirten yönü ile Dr. Mustafa Bengisu, Ödemiş’te adeta efsaneleşmişti. Belediyeciliği ile de, ailesinden çok Ödemiş’e mal olmuş değerli bir kişiliktir. Kendisini rahmet ve saygı ile anarken Mekânı Cennet olsun duasını her daim tekrarlıyorum.
Oğlu, dost-ağabeyimiz rahmetli Kaya Bengisu babasını anlatan yazdığı kitabında şöyle tanımlıyor Koca Doktor’u..  “Cepheden cepheye koşan bir askerdi, halkın ‘Koca Doktor’ unvanına lâyık gördüğü usta bir hekimdi, azimli bir şehirci idi, doğaya âşık bir insan, çiftçi, kooperatifçi, politikacı idi.’
Binlerce yılın tarihine şahitlik etmiş Anadolu’muzun sadece yakın tarihini ele alacak olsak, pek çok şehrimizin, kasabamızın benzer bir hikâyesi olduğunu göreceğimiz muhakkaktır. Ancak şehirlerin hikâyeleri yazılı belgeye dönüşmedikçe, kasabalar, şehirler kendi var oluşlarını anlatan belgeleri bir  araya toplayarak bir arşiv oluşturmadıkça bilgiler havada kalmaya devam eder. Ödemiş Belediyesi’nin, bu konuda geçmişten bu güne belge, resim, yazışmalar vb. değerli anektodu bulup sahip çıkmada, korumada, kitaplaştırmada gösterdiği hassasiyet takdire şayandır. Emeği geçenleri saygı ile anıyorum.
Aşağıda sizlere Dr. Mustabey’in çocukluk günlerine giderek, hayat merdiveninin ilk basamağını, oğlu Kaya Bengisu’dan dinleyelim:
“Mursallı Çayı’nın büyük bir kıvrım yaparak oluşturduğu merada, sığırlar ve mandalar bileklerine kadar bir yeşile saplanmışçasına kıpırdamadan iştahla otluyorlardı.
Ödemiş’in kısa süren ilkbahar günlerinden biri yaşanıyordu. Nisan yağmurlarından sonra mayısın parlak güneşinden yayılan sıcak, meradaki baharın neşesini henüz alamamıştı. Pembe, beyaz, kırmızı kır lâleleri, kocamış zeytin ağaçlarının altındaki canlı yeşilin arasından gülümsüyorlardı.
Çayın içine doğru eğilmiş yaşlı zeytinin gölgesinde çimenlerin üzerine diz çökmüş 6-7 yaşlarında iki çocuk neş’e içinde oynuyor, otlayan hayvanlara da çobanlık yapıyorlardı. Oyunun akışına kendilerini kaptırmışlar, gütmekte oldukları hayvanları unutmuşlar, ayni neş’e ve çabuklukla yeni bir oyuna başlamışlardı. Arkalarından hoca giysili iki adamın yaklaştığını fark etmediler bile. Gelenlerden biri: “Mustabey!” diye seslenince , iki çocuk teleşla doğrulup sesin geldiği tarafa döndüler, zira her ikisinin de adı Mustafa idi.
Diğer bazı yörelerde olduğu gibi Ödemiş’te de Mustafa’lar daha doğuştan ‘Mustabey’ diye çağrılıyorlardı. Çocuklardan biri, ‘Kasapların Mustabey’ diğeri ‘Hamurcuların Mustabey’ idi. Her ikisi de çakılarını acele ile kapayıp ceplerine atarak koşup, gelenlerin ellerini öptüler.
Gelenlerden birisi, çakır gözlü kumral çobanın büyük ağabeyi Süleyman Efendi, Ödemiş’te Mursallı’lı Kasap Koca Ali’nin en büyük oğluydu.
Molla Osman oğlu Kasap Koca Ali, Bozdağlar’ın güney eteklerine yaslanmış zeytinlikler içinde kaybolan küçük şirin Mursallı Köyü’nde hayvan besleyip kasaplık yaparken, parasal durumunu güvenilir bir hale getirdikten sonra, kalabalık ailesini Ödemiş’e göçürmüş ve ayni işi şehirde yapmaya başlamıştı. 35 yıllık köy hayatında iki kez evlenmiş, vefat eden ilk eşinden 7, ikinci eşinden 5 çocuğu olmuştu. Küçük çoban Mustafa, bu 5 çocuktan üçüncüsü olarak dünyaya gelmişti. Ailede tek okuyan çocuk, en büyük oğlu Süleyman Efendi idi. Diğer çocuklar, ‘bir ailede bir okumuş yeter’ inancı içinde kasaplığa, celepliğe yöneltilmişlerdi. Bu pederşahi aile düzeni içinde Mustabey’e sığır çobanlığı düşmüştü. Ama; Mustafa’daki işlek zekâ, kuvvetli bellek daha küçük yaşlarında dikkat çekiyordu. Bunu ağabeyi Süleyman Efendi de sezmişti. Mustabey, sığır çobanı veya kasap olmak istemiyordu. Onun bütün isteği okumaktı. İçinden gelen bir dürtü, Onu okumaya itiyor, her fırsatta bu isteğini çoban arkadaşına açıyor, onda da bu arzuyu geliştirmeye çalışıyordu.
İşte bu güzel bahar gününde ağabeyi, Akşehir’li arkadaşı Salih Efendi ile konuşa konuşa bu fırsatı, küçük Mustafa’nın okuma düşleri kurduğu meraya kadar getirmişe benziyordu.
“Kim bu delikanlılar?”
“Bu küçük biraderim Mustabey…” diyerek Süleyman Efendi arkadaşına cevap verirken sarışın küçüğün başını okşadı ve:
“Bu da Hamurcuların Mustabey, bunların taleben olmasına ne dersin?” İki arkadaş arasında geçen bu kısa konuşma, sarışın Mustafa’nın kafasında şimşekler çakmasına yetti. Yıldızının parladığı ânın geldiğini anlamıştı. Başını ihtirasla kaldırıp misafirin yüzüne baktı, daha ağzından cevap çıkmadan ne olduğunu öğrenmek isteyen bir sabırsızlık içinde idi. Akşehir’li Hoca sadece gülüyor, cevap vermiyordu. Evet mi?, Hayır mı? Belli değildi, belki de karasızdı. Fakat küçük Mustafa kararlıydı, okuyacaktı! Cevabı beklemeden, ağabeyinin ayaklarına sarılıp, kafasının içinde çakan şimşeklerin parıltıları ile kıvılcımlanan gözlerini ayni çakırlıkla yukarıdan kendisini süzen gözlere çevirdi, okumak istediğini bakışlarıyla adeta haykırıyordu. Birkaç aydır küçük kardeşindeki yetenekleri gören Süleyman Efendi’ye göre de Mustafa’nın okuması gerekiyordu. Arkadaşından bu iki Mustafa’ya okuyup-yazma öğretmesini istedi.”
Saygıdeğer okurlarım! Bu olay, ülkemizde milyonlarca işlenmeyen insan cevherinden birinin işlenip, topluma kazandırılmasına, bir ‘doktor’un doğumuna yol açan mucize idi. Yine hikâyemize dönelim:
O akşam evlerinde, her zaman ailece birlikte yemek yedikleri yer odada, büyük bir sininin çevresine yemeğe oturmuşlardı. Sininin etrafı, cilâlı sarı tahta kaşıklarla doluydu. Bahçedeki ev fırınından yeni çıkmış ekmeğin kokusu, acıkmış çocukları daha da sabırsızlandırıyor, şehriye çorbasının üstüne dökülen kızarmış sadeyağ’ın rayihası bu sabırsızlığı kamçılıyordu. Fakat çocuklar, büyük bir sessizlik içinde babalarının yemeğe başlamasını bekliyorlardı.
Koca Ali büyük bir gururla, sofranın etrafına toplanmış horantasına (aile efradına) baktı, “Bismillâhirrahmanirrahim” diyerek ağır ağır kaşığını çorbaya daldırdı, kaşığını kâsenin kenarıyla sıyırarak ağzına götürdü, sonra tekrar çocuklarının kaşıklarını kavrayıp kâseye daldırışlarını seyretmeye koyuldu. Kimsede çıt yoktu, ama sofrada büyük bir takırtı vardı; tahta kaşıkların siniye, kâseye, birbirine çarpmasından kaynaklanan takırtı. Koca Ali gülerek karısına: “Havva, şu kaşık takırtısına bak…”dedi, kalabalık ailesi ile gurur duyarak.
O akşam, yemekten sonra Süleyman Efendi, okumuşluğun verdiği imtiyazla, babası ile birlikte sade kahvelerini içerken, küçük kardeşlerinden Mustabey’in okutulması gerektiğini aile reisine açtı ve Akşehir’li Salih Efendi’nin bu yaz ona alfebeyi öğreteceğini, okullar açılınca da onu ‘iptidai’ye (ilkokula) vermelerinin iyi olacağını lisan-ı münasiple anlattı
……….
Değerli okurlarım. Köşemdeki yerimi bugün çok aştım. Doktor Mustabey’in hayatından başka kesitleri, ilginç anılarını önümüzdeki yazılarımda sizlere ulaştıracağım. Saygılarımla.