Bu aralar hayli kitap okudum. Son okuduğum Ahmet Altan’ın “İçimizde bir yer” eserinde ilginç bir bölüm var. Yazarlar hakkında. Bu bölümü siz saygıdeğer okurlarımla paylaşmak istedim. Bu felsefi yazıyı eğer sıkılmadan okuyabilirseniz yazarlar hakkında ilginç anektodlara ulaşacasınız.
İpek dokuyan zehirli bir örümcektir, bence bir yazar.
Bütün ömrü, kendine değerli besinler yaratacak olan hayatı, insanları, duyguları, ruhları yakalayacak ağlar örmekle geçer ve bunu bir örümcek gibi amacının farkında bile olmadan sadece doğanın kendine verdiği yetenek ve arzuyla sürekli yapar; muhteşem mimarisine rağmen dayanıksızlığı nedeniyle kirlenip değersizleşen bir ağ ören örümcekten bir yazarı farklı kılan, onun, dayanıklı, renkli, değerli bir ipekten örmesidir ağlarını.
Uzaktan bakanlar için yazar, her bir ilmiğinde insan ruhundan renkler taşıyan bir ağı ören, hayranlık uyandıran bir büyücü, gizemi anlaşılamayan bir tabiat şaheseridir. Yanına sokulanlar içinse o, ağlarına takılan herkesin ve her şeyin iliğini kendi vazgeçilemeyen amacı için emen, o parlak ağa dolananları ağının bir parçası haline getiren, kendinden ve ördüklerinden başka hiçbir şeye aldırmayan zehirli bir yaratıktır.
Uzaktan bakanlar, ondaki yaratıcılığın çekici kutsallığını, yakınına sokulanlar o yaratıcının ürkütücülüğünü ve zehrindeki görkemi fark ederler.
Gerçek bir yazar, kendisine uzaktan bakanlarda da, yakınına sokulanlarda da ayni ilgiyi yaratır, yakınındakiler kendi hayatlarının kendilerinden çekilip alınmasının acısıyla birlikte, parlak ve kalıcı bir ağın parçası haline dönüşmenin tuhaf lezzetini de tadarlar.
Herhalde en ilginci, arkalarında parparlı ipliklerden dokunmuş görkemli ağlar taşıyan iki zehirli örümceğin, iki yazarın karşılaşması, birbirlerinin yakınına sokulması, birbirlerini izlemesi, dokuduklarının parlaklığını kıyaslamaları ve birbirleri hakkında yargılara varmalarıdır. Yazarlar, yazarlığı kutsal bulmazlar, onları çeken yazarlığın ürkütücülüğü ve zehridir. Ne gariptir ki, zehri en fazla olan, en parlak ağı dokur.
Bunu bilirler.
Onun için genellikle bir yazarın büyük bir yazar hakkındaki yargıları çelişkilidir, hayranlıkla küçümsemeyi, bağlılıkla öfkeyi, yüceltmekle aşağılamayı bir arada bulabilirsiniz.
Zweig’ın hakkında bir kitap yazabilmek için neredeyse on yılını feda ettiği Balzac’la zaman zaman alay etmesi, onun zaaflarıyla eğlenmesi gibi, bir vakit Tolstoy’la yakın olan ve onunla olduğu günlerin notlarını yayımlayan Gorki, “Tanrı gibi bir adam” dediği bu olağanüstü dâhiden bazen, “tiksindiğini”, “iğrendiğini” de söyler.
Bir aristokrat, bir barin olan Tolstoy hakkında bir köylü, bir “mujik” olan Gorki’nin böylesine çelişkili duygular beslemesinin belki bir çok nedeni vardır ama Gorki, yazılarındaki o tanrısal ışığı gördüğü yazarın yakıcı zehrini, bir süs gibi taşıdığı kabalığını, yaralayıcı kendini beğenmişliğini de görmüştür.
Dünya Edebiyatının en büyüklerinden biri, bazılarına göre birincisi olan Tolstoy, kendi yazdıklarını Homeros’la kıyaslarken Shakespeare, İbsen, Dostoyevski gibi yazarları bile küçümserdi. Kendini beğenmişliğinden dolayı yazarlıkla bile yetinmez, bir peygamber olmaya çalışır, Gorki’nin dediğine göre, Tanrı’ya bile direnirdi.
Onu her şeyden daha çok uğraştıran, açıktan açığa kemiren düşünce, Tanrı düşüncesi, Gerçekte bir düşünce değil de, kendisinin daha yukarılarda duyduğu bir şeye karşı çılgınca bir direnme gibi bir şey bu zaman zaman.
O parlak ağı dokuyabilmek için her yazarın muhtaç olduğu o kendini beğenmişlik zehrinden, en parlak ipeği dokuyan, en fazla payı almıştı, kendinden başka her canlıyı neredeyse yok sayarken, elinde ölüm gibi amansız bir gücü tutan, bununla kendisine baş eğdiren Tanrı’yı ve onun yüce silahı olan ölümü belki de tek rakibi olarak görürdü.
Demir çarık, demir asa yeryüzünü dolaşan, bir manastırdan ötekine, bir ermişten ötekine koşan, yersiz yurtsuz gezginlere benzetiyor Gorki, Tolstoy’u: “Ne yeryüzü onlar içindir, ne de Tanrı, Tanrı’ya yalvarışları alışkanlıktandır, için için bir öfke duyarlar O’na.”
Tanrıyla çekişen, onları Tanrı’dan bile iyi tanıyıp, ondan bile anlatmaya çalışan, Anna Karanina romanıyla, kadın ruhunun en derinlerine inanılmaz bir incelikle nüfuz edebilen Tolstoy’un kadınlar hakkındaki konuşmaları ise; “Gorki’yi” iğrendirecek kadar kabadır, gençliğinde çok uçarı olduğunu söylerken, bir köylüyü bile irkiltecek açık saçık sözcükleri kullanmaktan hiç çekinmez.
Kendi yüceliğinden emin olanların o aldırmaz kabalığıdır onunki, karşısındakileri şaşırtmak, başkasının değdiğinde kirleneceği sözcüklerin ona dokunamayacağını, kirletemeyeceğini göstermek, belki de yüz yüze olduğu insanları, yüceliği karşısında ezilmekten kurtarmak için kullanır bunu.
Ama buna kanmamak gerekir, eğer onun konuşma üslûbunu onun karşısında benimsemek gafletine düşerseniz, karşınızda bir “barinin” soğuk ve yaralayıcı yüzünü görürsünüz. Tolstoy’un özellikle kadınlar hakkındaki konuşmaları rahatsız etmişti Gorki’yi, “Ağıza alınmayacak kaba şeylerdi söyledikleri, sözlerinde bir yapmacıklık, içtenlikten yoksunluk sezilirdi, çok da kişisel şeylerdi üstelik. Bir kez incinmişti de sanki, ne unutabiliyor, ne bağışlayabiliyordu.”