12 Eylül Referandumu hepimizin yakından takip ettiği gibi Evet diyenlerin çoğunlukta olduğu bir sonuçla noktalandı. Sonuçlar böyle oldu da sanki referandum daha bitmedi. Sandıkta Evet oyu kullananlar şimdi “Evet diyen kardeşim, olacaklardan sen sorumlusun” tehditleri ile karşılaşmaya başladı.
Bu şüphesiz Halk Parti’nin ve derin devlet anlayışının korkutma, sindirme politikasından öte bir şey değil. Yaşı büyük olanlar hatırlar, benim gibi yaşı yetmeyenler, hatta ve hatta gözlerini açtıklarında Türkiye’nin her tarafını barajlarla, duble yollarla hazır donanımlı, kendi kendine oldu zannedenler Google’a sorabilirler.
Bugüne kadar bilmedikleri ve maalesef üstü örtülmek ve yok edilmek istenen Adnan Menderes ruhu ve demokratlık anlayışı ile bu ülkeye yapılan hizmetler kimileri tarafından görmezden gelinirken Anadolu’daki barajları gençlere de herhalde “Topraktan sündü” diye anlatıyorlar.
Bunu anlatmasına anlatsınlar da ben de o memleketi üç beş önemli insan ve kriterden ibaret sanan gençlere kısa kısa birkaç örnek vereyim. Bu örnekleri araştırsınlar, “Hikaye” olmadığını anlasınlar. Belki de içlerine sindirdikleri zihniyet ile sindiremedikleri bu demokratlık arasındaki farkı anlarlar. Eğer bir tek yalan ya da çarpıtma varsa buyursunlar hep birlikte inceleyelim. Nedir o zihniyet ve ne demiştir?
Rahmetli Adnan Menderes Amerika’nın kendisine “On yılda 1 baraj yapacaksın” demesine rağmen dinlememiş ve tam 21 baraj yapmıştır. Seyhan Barajı yapılırken ise bu hizmetlerin önünü alamayacaklarını düşünen ve halka kötü gözükmek istemeyen o tıynet, o zihniyetin milletvekilleri ‘Köstebekler Barajı delerler ve bu baraj su tutmaz’ diyerek Seyhan Barajı’na karşı ‘hayır’ kampanyası başlattılar. Dediler ki “Baraj yapılmasına müsaade ederseniz olacaklardan siz sorumlusunuz”. O baraj yapılırken halk korkmadı ve bakın o Seyhan Barajı yapıldığı günden bugüne oraya hayat veriyor. Susuzluğun ne olduğunu evinde çeşmesinden su akarken doğan bizlerin anlamasına imkân yok. Yine aynı insanlar Çukurova’da çimento fabrikaları yapılırken, ‘Bu fabrikalarda saman tutacaklar’ diyerek karşı çıkmışlardır. İstanbul’da Vatan Caddesi yapılırken, ‘Vatan Caddesi’ne uçak mı indireceksiniz, bu ne büyüklük, ne gereksiz iş’ diye bağırmışlar, yapılanları eleştirmişlerdir. Üzerinden geçen 50 yılda Vatan Caddesi’nin ne denli doğru bir iş olduğu açıkça görülmektedir. Yine bu yöremin insanı bilir. Ayrancılar’a gelirken sağlı sollu dikilen ağaçlar var. Şimdi yol geldi bu ağaçlara dayandı. İşte bu ağaçlar da o demokrat misyonun bir hizmet anlayışı ve ileri görüşünün ürünüdür. Aynı kafadaki insanlar Keban Barajı yapılırken, ‘Bu kadar enerjiyi toprağa mı vereceksiniz’ demişlerdir. Türkiye’nin yüzde 5 büyümesinin temelinde 1950 – 1960 ve 1965 – 1970 arası yapılan barajların katkısı kime sorarsanız sorun inkar edilemez ölçüdedir. Bu iş demektir, üretim demektir, aş demektir, rekabet edebilme kabiliyeti demektir, zenginlik demektir.
Eğer 1960 ihtilali yapılmasa idi Türkiye daha o dönemde 2. 3. Boğaz Köprülerine kavuşacaktı, nükleer santrale kavuşacaktı. Bugün dışarıdan elektrik ithal ediyor olmayacaktık.
Tarihin bir gününü ele alarak yakasında her demokrat rozeti takanı “Demokrat” sanmak nasıl bir hata ise ihtilallerden medet uman, çağdaş olduğunu iddia ederek ellerinde “Ordu göreve” pankartı taşıyarak orduyu ihtilale davet eden zihniyetin halk için bir değer üretilirken, halka özgürlük verilirken alışageldiği yöntemleri kullanması kaçınılmazdır.
Süleyman Soylu demokrat kimliğini ortaya koyarak Anadolu’yu dolaştığında kimden kaç para aldığının hesaplarını yapanlar şüphesiz ki bugüne kadar milleti için, Allah rızası için bedavaya bir çivi çakmamışlardır. O insanlar her şeyi “Menfaat”, siyaseti “Kişisel çıkarları için araç” olarak gördüklerinden sadece ve sadece Allah rızası için halka hizmet etmenin ne anlama geldiğini maalesef bilememektedirler. Asgari ücretin 3 katı maaş alıp yılın yarısında tatil yapanların ise ayağında şortlarıyla maaşlarını çekerken, tarladakileri düşünüp şükretmek yerine, parayı az bulup hükümetlere sövdükleri bir ülkede yaşamanın getirdiği çelişkilerdir bunlar.
Gelir dağılımının adaletsizliği, fazladan beş dakika için bile milleti, halkı, öğrencisi, komşusu için hizmet etmeyi unuttuğumuz, her ilişkinin menfaat ekseni üzerinde döndüğü bir Türkiye’de bu “Amman ha” zihniyeti bugüne kadar başarılı olmuştur. Bugünden sonra olamayacağı da gün gibi ortadadır.
Kıyı kesimlerdeki “Hayır” oyu verenlerin sosyo-ekonomik, demografik yapısı incelendiğinde iddia edildiği gibi “Bilinçli kesim Hayır” dedi söylemi çöpe gidecektir. Sonuçta her seçmenin bir bilinci vardır. Buradakilerin bilinç kriteri biraz daha farklıdır. Halk için çalışanları “Aptal” sayan, kendisi için yapılanlara “Evet” diyen halka “Aptal” diyen zihniyet işte tam da o Seyhan Barajı’na, Keban Barajı’na itiraz eden zihniyettir.
Halka “Aptal” diyenin kendisi “Aptaldır”. Halk için halka rağmen siyaset yapma dönemi sona ermiştir. 1960 döneminde başlayıp bu güne kadar çeşitli manevralarla devam eden ara rejim sona ermiştir. Sözün özü bir devir bitmiştir.
Sol, kendini revize etmek, söylemlerini yenilemek ve halk için bir şeyler üretmek zorundadır. Ben solun olmadığı bir ülkeyi hayal bile edemiyorum. Çünkü zıttı olmadan hiçbir şeyin değerini anlayamayacağımızı en iyi solcular bilirler. Mesela hala daha karne ile ekmek verdikleri, ezan-ı Muhammedi’yi Türkçe okuttukları dönemleri savunmaktan vazgeçmekle işe başlayabilirler. Kılıçdaroğlu bunun denemelerine girişti. “Baş örtüsü problemini biz çözeriz” dedi. Bu bir başlangıç. Ama kendisi inanmadığı için de kimseyi inandıramadı.
Peki, ne yapması lazım insanların inanması için? Meclis’te bir karar alınırken adam gibi destek olmalı, alınan kararı iptal ettirmek için Anayasa Mahkemesi’ne koşmamalıdır. “İktidar olunca yapacağız” diyene halkımız önce iktidar olmadan yaptıklarına bakarak prim veriyor.
İşte tam bu noktada sol kendine çeki düzen vermeli “Efendim iktidar %48 almış olabilir (seçimde), karşısında %52 var uzlaşması lazım” diyenler, önce o %52’nin halk olduğuna, halktan yana olduğuna kendilerini inandırmalı ve dediğim gibi aklı başında projeler üretmelidir.
Yoksa kapanan bir dönemin tozlu sayfaları arasında yok olup gitmeye mahkum olacaklardır.
Yerelde mi?
Yerelde “Tokmak bende olsun, davul kimde olursa olsun” zihniyeti güdülmektedir. Taşın altına elini sokan yerel idareciler, siyasiler yok. Birçoğu çıkan Hayır oylarının kendi oyu olduğunu iddia etmekle meşgul. O oyların da vatandaşa ait olduğunu herhalde unutuyorlar. “Benim” dedikleri oylar seçim sonrası “Benim oyum kime gitti” olacak gözüküyor. Yakında yerel siyasetle ilgili enteresan yazılarım olacak. Ben anlattıkça bakalım kim hangi deliğe saklanacak, kim kafasını nereden çıkaracak.
Beraber göreceğiz. .
Saygılarımla.