RÜYALARIM OLMASA
Bazen bu hayat gerçekten içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Neyin ne olduğunu anlamakta çektiğim güçlükler beynimi tırmalarken çoğu zaman uyuyakalıyorum. İşte ne olursa bundan sonra oluyor. Uyumak mı güzel yoksa uyanık kalmak mı anlamış değilim. Hele hele çalışmak mı daha kolay yoksa rüya görmek mi onu da anlamış değilim. Hangisi en çok yoruyor derseniz elbette ki rüyalar…
Elbette ki tartışmaya açık bir konu. Şunu unutmamak gerekir ki bir işi yaptığınızda hele o iş bittiyse ve başardıysanız yorgunluğun keyfi bile bir başka. Oysa ki daldığını mışıl mışıl o güzel uykunun derinliklerinde gördüğünüz rüyalar, görürken beni yorduğu gibi, sabahına gözümü açtığımda bön bön “Ben neresiyim, burası kim’ sorusuna cevap arayarak bakınmama sebep oluyor.
Bütün bu düşüncelerin arasında aklıma birden geçen haftalarda gördüğüm, sizlerle de paylaştığım rüya geldi. Hatırlarsanız şöyle anlatmıştım: “Divan heyeti oturmuş, padişah en başta. Padişahın elinde her zamanki gibi bir def. Ama bu defa çalmıyor. Garip garip bakınıyor. Derken divan heyetinden birkaç kişi padişahın üstüne atlayıp defi elinden alıyor. Alır almaz, bir tanesi bağırıyor ‘Sultanım, bugüne kadar sen çaldın, biz oynadık. Hadi bakalım sıra sen de gülüm, biz çalacağız defi, sen oynayacaksın’. Bir diğeri bağırıyor ‘Gülüm, Yarmagülüm hadi bakalım yandan, yandan oh, oh’.
Padişahın suratı bir anda kasılıyor, yüzünün rengi değişiyor, başı öne düşerken, kavuğu fırlıyor ortaya. Bir tanesi o kavuğa ayağı ile vuruyor ‘Gooooooooool’. Allah Allaaaaah dedim, ne golü o devirde. Derken kan ter içerisinde uyandım.”
Rüyaların çoğu zaman insanlara işaret verdiği söylenir. Ben de çoğu zaman bir yerlerim açık kalmış zannına kapılsam bile illa ki bir yerlerinde mesaj ararım. Bu rüyayı da Ekim ayının ilk haftası görmüşüm. Sadece aklıma geldi işte. Vardır bir hayır diyerekten rüyamın mesaj içerdiğini düşündüğüm kısmını tekrar paylaşmak istedim.
Neyse, padişahların elbette inişli çıkışlı dönemleri olmuştur Devlet-i Aliye’de. Lakin sürekli dibe vuran padişahların da ömürleri pek uzun olmamış. Osmanlı Padişahları’nın genel karakteristik özelliklerinden en önemlileri meşveret ve şuraya gösterdikleri özen ve sadakat olarak bilinir. En çok yükselen ve tarihte icraatlarıyla iz bırakanlarının hayatları incelendiğinde dönemin şeyhülislamına gösterdiklere sadakat, fikirlerine biat, sözlerine itaat ettikleri gözlerden kaçmaz. Yani dönemin hocası ne derse padişah illa ki değer verirmiş. Gün olup devran döndüğünde dibe vuran padişahların hayatlarına bakıldığında sadrazamından soytarısına, harem ağasından hazine emirine kadar yanlış kadrolarla çalışmaya devam ettikleri açıkça görülür. Yine bu padişahların şeyhülislam yerine sadece hacıları dinlediği, konunun erbabı insanlar yerine kafası entrikaya çalışan ve “Padişahım çok yaşa!” formatında söylemler tutturan insanları tercih ettikleri bilinmektedir.
Satranç oynayanlar yakından bilirler, padişah, yani şah her yöne tek bir kare ilerleyebilir. Bireysel savunması zayıftır sadece taktiksel savunma, alan savunması ile korunabilir. Vezir ise adeta fırıldaktır. Burnunun dikine hiçbir şeye aldırmadan her yöne ilerler, gider, gelir. Sadece ayağına kendi ekibinden olanlar dolanır, hareketini engeller. Diğerler taşlar ise asla engel olamaz, yanlarına destek almadıkları sürece vezirin hışmından korunamazlar. Oysaki prensiplere uygun hareket eden bir at aynı anda şahı da veziri de kaleyi de kıskacına alabilir. Dikkatli planlanan hamleler padişahın başına dert açarken tehdidi kendi üzerinde hisseden padişah geri çekilir ve vezir atın hedefi olmaktan kurtulamaz.
Tam da bu noktada insanın aklına rüyalarla karışık “PadiŞAH, atın da vezirin de kalenin de yetkilerini eline almaya kalkarsa ne olur” sorusu geliyor. O zaman adımlarını kurallara uygun atan bir at için fark eden hiçbir şey yoktur. Padişah her ne kadar yetkileri elinde toplayıp hareket serbestiyetini sağlasa da tektir. Birden fazla olamaz. O zaman da pokemonların gazabından (pokemon nerden çıktıysa) onu kimseler kurtaramaz.
Tıpkı Lale Devri’nde yaşandığı gibi (atv’de yayınlanan değil) bir duraklama ve ardından gerileme dejavusu yaşanır. Padişah için bu yıkım sürecinde iki seçenek kalır: 1- Ya hacı yerine adam gibi bir (akıl) hocasını seçecek ve tebaasının taleplerini de dikkate alarak hüküm sürecektir. 2- Uğrayacağı zafiyet ve yıkım sürecinde grup indiriminden (Bahçıvan uşağa, uşak aşçıya…) yararlanacaktır.
Diyeceksiniz ki ‘Padişah burnunun dikine giderse ne olur?”. O dik giden burnu toslaya toslaya illa ki duvarın birinde kırılır. İlla ki bir yerlere sürtülür, sürtülür dikine gidemeyecek hale gelir. Tarih bu türden Osmanlı Padişahları’nın örnekleriyle doludur. Yetmedi İngiltere’de kral bilmem kaçıncı Henry “The Tudors” izleyenler iyi bilir, kilise istediği fetvaları vermedi diyerekten astırmadık papaz, doğramadık adam bırakmaz. Bu da yetmez kendi kilisesini kurar ve Vatikan’a kafa tutar, Vatikan’a tehditler savurur, ömür biçer “Sizi yok ederim, bu kafayla yaşayamazsınız, insanlar sizi mi dinleyecek benim gibi haşmetli bir kralı mı, iki sene de bitersiniz” söylemleriyle sindirmeye girişir.
Bugün Kral bilmem kaçıncı Henry’i hatırlayan var mı bilmiyorum ama Vatikan hala daha dimdik hayatta, hizmetlerine devam ediyor. Vatikan’dan yana tavır koyanların nesilleri hala daha dimdik yaşamlarını sürdürüyor. Kralın nesli tükendi…
Bilmem anlatabildim mi?