Girit’e Rodos’tan denizyoluyla geçmek kadar hem Rodos’tan hem de Atina’dan uçmak gibi alternatifleriniz var. Ayrıca adanın Santorini ve Pire’den bağlantısı mevcut. Uçakla ulaşımın daha pahalı olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Bu yüzden ben Girit’e Rodos üzerinden denizyoluyla gitmeyi ve daha az para harcayarak hem de deniz yolculuğu yaparak gitmeyi istedim. 
Rodos’tayken limandaki seyahat acentelerinden üçünden fiyat aldım. Fiyat sabit ama feribotun Rodos’tan hareket saati farklı. Gece 12.00, gece yarısı 01.00 ve 02.00 gibi üç ayrı hareket saati bayağı kafamı karıştırdı. En erken saat olan gece 12.00’yi temel alarak limana gittim. Rodos Limanı iki ayrı kısım. İlki Marmaris’ten gelen feribotların yanaştığı, diğer, ise adalar arası feribotların yanaştığı. Birbirine yakın ve yürünebilir ama gece değil.
Ben yine de yürümeyi tercih ettim çünkü her zaman olduğu gibi bir yeri daha iyi tanımak istiyorsanız eğer, yürüyeceksiniz. Bir yeri adımlamak orayı en iyi tanıma yöntemidir. Hatta aynı yeri defalarca hem giderken hem dönüşte çift yönlü olarak adımlamak, her gidiş gelişte farklı kaldırımlardan yolu, sokağı kat etmek lazım. İnanın her keresinde farklı bir şeyler ve yeni bir yerler keşfedeceksiniz. 40 yıllık İzmirliyim. 40 kere geçtiğim bir sokak veya caddede bazen daha önce hiç görmediğim veya dikkat etmediğim yeni bir şeyleri fark ettiğim, gördüğüm olabiliyor. 
Rodos’ta da bunu yapmaya çalıştım. Toplam üç kere geldiğim adada daha öğrenecek ve görecek onca şey olduğuna inanıyorum. Girit ise daha da büyük bir muamma. Gözüm korkuyor bu adadan inanın. Bu nedenle Girit’e gitmeden önce her zaman olduğu gibi çok iyi hazırlandım hatta daha önce başka adalar için yapmadığım kadar. Bir Kalymnos, bir Cyros veya Ikaria. Mykenos ve Delos hariç. Bir de Kos. Sakız ve Midilli’ye bile hazırlıksız gitmişimdir; sırf kendimi turist gibi hissetmek için. Bu duyguya bayılıyorum. Sağa sola istediğin kadar bakabilir, istersen çöp kutusunun fotoğrafını bile çekebilirsin. O an sahip olduğun ruh haline göre özgürce ortalıkta dolaşır hatta kısa kollu gömleğin altına, ayağına kışlık bir bot bile giyebilirsin.
Neyse gece 12.00 oldu ve ben limandayım. Böyle acayip bir liman yolu olamaz. Rodos’un en kötü yerlerinden biri sanırım burası. Anayoldan iskeleye kadar uzanan ara yol kapkaranlık. Bir rüzgâr, bir rüzgâr. Arkamdan itmese inanın bu yol bitmezdi. Benden başka bekleyenler de var. Demek ki 24.00 doğru saatmiş diye düşünüyorum. Ne yazık ki öyle değilmiş. Yine çok ilginç bir şey daha; limandakilerin hemen tamamı Türk. Sanki sözleşmişiz gibi İstanbul, İzmir, Marmaris ve Bodrumlu burada buluşuyoruz. Herkes benim gibi düşünerek erkenden gelmiş. Ne demişler? “Türk’ün aklı bir”.
Rüzgârdan korunacak kapalı bir yer yok; Allah’tan yağmur yağmıyor. Saat 01.00 oldu hala bekliyoruz. Bu arada tanışıyor; birbirimize soru sorup tecrübelerimizi paylaşıyoruz. Ben de diğerleri gibi kendimi ortadaki direğin dibine atıyorum. Son derece yorgunum. Sabah erkenden kalkıp tüm gün yayan yol tepmekten ayaklarıma kara sular inmiş vaziyette. Otelden çıkalı onaltı saat oluyor nerdeyse, hem duş almak hem de üstümü değiştirmek istiyorum. Bir bardak sıcak çay bir de. Ortadaki direğin altında toplaşmış, sırt çantalarına arkasını yaslamış, ya da valizlerinin yanına oturup rüzgârdan korunmaya çalışan çoğunluğu Türk yaklaşık bir minibüs insan, Girit yolcusuyuz. 
Saatlerimiz 02.00 suları. Gemimiz nihayet geldi. Demek ki en son verilen saat doğruymuş. Açtı arka kapağını ve bir ordu insanla onlarca araç boşaldı. Geminin yolcu boşaltmasını görmeliydiniz. Tam bir film. Çoğu film setinde gördüğünüz kalabalık gemi inme-binme sahnelerini gözünüzün önüne getirin. Bir de saatlerce beklemiş, yarı uykulu ve yorgun insanların gemiye binişlerini. Girenler, çıkanlar, eşyalar tam bir karmaşa. Koca eski bir gemi. Karga tulumba doluşuyoruz. Biraz önce sohbet eden biz yolcular, çoğumuz bir yerlere dağılıyoruz. Ben dört kişilik bir aileyle aynı yakın pulmanlara yerleşiyorum. Etraf uyuyan, yerlerde oturan ve sağa sola yürüyen insanla dolu.
Yaklaşık oniki saat süreceği söylenen yolculuğumuza başlıyoruz. Saatlerimiz yaklaşık 03.30. Yorgunluk paçamdan akıyor. Gündüz herhalde bir 12 saat rahat yürümüşümdür. Böyle durumlarda bir tablet diklofenak potasyum ile türevi dietilamonyum jel kaçınılmaz. Gözümü açtığımda K(H)alki taraflarındayız. Haritadan nerde olduğumuza bakıyorum. Sanırım Argos’u geçmişiz. Eşsiz bucaksız Akdeniz. Ne kadar büyük olduğunu insan içinde yolculuk yapınca daha iyi anlıyor. Karpathos’a daha çok var. Kahvaltı yapanlardan tüyo alıyorum ne yenebilir diye. Asıl sorun çay. Allah’tan çay var gemide. Nasıl olduğuna bakmıyorum; bulduğuma dua ediyorum.
Güvertede oturup sonsuz maviliklere bakıyorum. Bir ara dalgalıydı ve bayağı sallandık. Korkup sağa sola ne oluyor diye meraklananlarımız oldu. Hatta yanımda car car konuşan, gürültü yapanlar bile sustu tırstıklarından. Yunanlılar da bizim gibi gürültülü insanlar. Konuşurlarken bazen kavga ediyorlar ya da tartışıyorlar yanılgısına düşebiliyor insan. Akdeniz çanağı. İtalyan’ı, İspanyol’u aynı değil mi? Ortak ne çok yön var. Hepsi Akdeniz’de yelken şişirmiş mesela. Hepsi de yeri geldiğinde tam bir tembel. Yeri geldiğinde aceleci ve sabırsız, hatta sinirli.
Uyurken burnuma, gözlüğümün üstüne cep telefonu düştü. Duvar kenarında, arkamda oturan adamın biri kafamın üst taraflarına bir yere cep telefonunu şarj için koymuş. Sallantıdan üstüme düşüyor. Ben de onu alıp arka tarafa insanlara soruyorum bu kimin diye. O sırada üstü başı perişan biri, meğer sahibiymiş, kahve almaktan dönüyor ve bana başlıyor bağırmaya. Sandı herhalde telefonunu… Tövbe tövbe. O İngilizce anlamıyor ben de Yunanca. Sonra biri geldi adama bir şeyler söyledi de adam sakinleşti. Burnumun sızlamasını filan unuttum bu arada. Burnu geçtim; durduk yere, gözlükten de oluyorduk.
Saatler öğle 13.00 suları. Karpathos’a az kaldı. Dışarıya çay içmeye çıktım. Dedim kendi kendime bu kadar yolu onca saatte alamadık. Peki, eski denizciler ne yaptılar bu koca deryada? Bunun Atlantik’i var. Hint’i var. Pasifik’i var. Biz hepsine bir şekilde okyanus diyoruz. ABD’lilerin her denize okyanus dedikleri gibi. Okyanus kelimesi Yunanca ve nehir anlamına gelmekte. Biz Akdeniz demişiz, İngilizler Mediterranean, Almanlar Mittelmeer, Fransızlar Méditerranéen, İspanyollar ve Portekizliler Mediterráneo. Anlamı ne diye merak ederseniz söyleyeyim: çevresi karayla çevrili, etrafı toprakla sınırlı, ortadaki deniz. Bu isim Araplardan, Bahr-i Sefid (beyaz deniz)’den geliyor. Kuzey daha az ışık aldığından ve renk daha koyu olduğundan olsa gerek: kara.
Çayım bitti. Karpathos’a yanaşıyoruz. Gemiden inenler, binenler. Bitmez dediğim kitabı bitirdim. Tüm Girit notlarımı yeni baştan okudum. Biraz da sıkıldım. Girit’e biran evvel varmak istiyorum. Gerçi bu gidişle ve bu kadar rötarla ancak akşama varırız. Yolculuk uzadıkça ve Girit’e ulaşma meşakkati fazlalaştıkça içime bir yılgınlık düşüyor.
Aklıma Girit’in yılları bulan fethi ve yaşanan zorluklar aklıma geliyor. Çanakkale Boğazı, 1645'te başlayan Girit seferi dolayısıyla Venedik donanmasının saldırısına uğruyor. Hanya'nın zaptını izleyen günlerde yirmi kalyonluk bir Venedik donanması, Çanakkale Boğazı’nı ve karşısındaki Bozcaada'yı abluka ediyor. Kuşatma yaklaşık 1,5 yıl sürüyor. Os­manlı donanması, Çanakkale'den dışa­rı çıkamıyor ve 1647’ye kadar Girit'e destek gönderilemiyor. Yusuf Paşa komutasındaki Türk Ordusu tarafından nihayet Girit’i fethederek Osmanlı topraklarına katıyor. 268 yıl boyunca elimizde kalıyor.
Yer yer düzlükleri göze çarpsa da Girit’in özellikle büyük çoğunluğu dağlarla kaplı. Girintili çıkıntılı doğal koy ve limanları var. Ad girintiyle ilgili mi acaba? Rehberlik derslerimizden biriydi Girit ve Minos Uygarlığı. Tektonik hareketlenmelerin, büyük sarsıntıların adası aynı zamanda Girit. Yükselen yer bölümleri ve deniz altına gömülen kıyı kesimleriyle Girit, adeta bir kıyı ve sahil zengini de aslında. Gidip göreceğiz. Doğal olarak bu haliyle Girit, Yunanistan’ın en popüler turizm bölgelerinden. Yunanistan’a turistik girişlerin, %15 i Heraklion Havalimanı’ndan ve Limanından yapılmaktaymış. Vay! Bu az-buz bir rakam değil.
Notlarıma bakmaya devam ediyorum: Bu şehre inen charter uçaklarının sayısı, Yunanistan’a inen toplam charter uçaklarının beşte biriymiş. 2004 yılı içinde, toplam iki milyon turist, Girit’i ziyaret etmiş. Girit’te, turizm, Yunanistan geneline nazaran daha hızlı gelişmekteymiş. Lüks otellerden, aile pansiyonlarına kadar, her çeşit turistik tercihe hitap edecek altyapı mevcutmuş.
Akdeniz’in ikinci büyük adası olan Girit’in stratejik konumu çok fazla. İlkçağlarda Minos uygarlığının merkezi olan ada, ortaçağda Venedik idaresinde Akdeniz’in en büyük ticaret yollarının üzerinde yer aldığından Osmanlının da dikkatini cezp eder ve 1669 yılında Kandiye şehrinin ele geçirilmesiyle bütünüyle Osmanlı İmparatorluğu topraklarına dâhil olur. Osmanlı’nın bu adada diğer fetih bölgelerinde uyguladığı Anadolu’dan getirilen Türkleri yeni fethedilen yerlere yerleştirmesi yani ‘şenlendirme’ yapmasına rağmen, ihtida yani din değiştirme ve evlenmeler yoluyla Müslüman nüfus artıyor.
1830 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla başlayan dönem, Girit Adası’nda yüzyıl boyunca sürecek Rum isyanlarının ve kargaşanın yer aldığı dönem oluyor. 1897’de Büyük Devletlerin işgali altında kalan Girit’te artık muhtariyet dönemi başlıyor. Osmanlı ordusu adadan çekilmiş. 1913’deki Londra Antlaşması’yla ada bütünüyle Yunanistan’a bağlanmış. Girit’in Müslüman halkı da azınlık statüsü kazanmış. Bu tarihten sonra Yunan uyruklu olan Müslüman Giritlilerin kimlik tanımları çoğunlukla din endeksli.
Girit Müslümanları 30 Ocak 1923 yılında Mübadele Sözleşmesi’ne kadar adadaki varlıklarını Cemaat-i İslamiye İdarelerinin yönetiminde sürdürüyorlar. Sonrası malumunuz. Batı Trakya Türkleri ve İstanbul Rumları nüfus mübadelesinden muaf tutulmuş, Lozan ile Türkiye'ye verilen Bozcaada (Tenedos) ve Gökçeada (İmroz) adalarının yoğunlukla Rum olan halkları da mübadele kapsamı dışında kalmıştır. Seyr-i Sefain Şirketine bağlı gemilerden Gülcemal, Giresun ve Bahr-i Cedid, 1924 yılında, binlerce Giritliyi İzmir’e getirdi. Aynı şekilde Yunanistan’dan gelenler tek İzmir’e değil Ayvalık, Bodrum ve İskenderun’a da taşındılar. 30 Ocak 1923 günü, Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan bir anlaşmayla yaklaşık 850 bin Müslüman-Türk ile 1 milyon 200 bin Ortodoks-Yunan yer değiştirdi. 
Aslında Adadan Anadolu kıyılarına Müslüman göçü, Osmanlı ordusunun adayı terk ettiği 19. yy. sonlarında yaşanan çatışmalar ve kıyımlar yüzünden başlamıştı zaten. 1896-1897 yıllarındaki ayaklanmalardan sonra on binlerce Müslüman Anadolu’ya sığındı. 1876 Girit Salnamesindeki verilere göre adanın toplam nüfusu 227.871 olarak verilir. Bu toplamın 91.746’sını Müslümanlar, 135.780’ini Hıristiyanlar, 345’ini de Yahudiler oluşturur. 1911 yılına gelindiğinde Girit Müslümanlarının sayısı artık 28.000 civarındadır. 1923-24 yıllarına gelindiğinde, kırsal kesimde yaşayan çok sayıda Müslüman da güvenlik nedeniyle, üç büyük kente Kandiye, Resmo ve Hanya’ya akın ederler. Mal ve mülklerinin büyük bölümünü yok pahasına satmak zorunda kalırlar. Taşradan gelenler de Kandiye, Resmo ve Hanya limanlarına doluşurlar.
Girit’te zeytincilik, bahçecilik, bağcılıkla uğraşan Müslümanlar beceri ve uğraşı türlerine göre Marmara Adası’ndan Mersin’e kadar olan kıyı şeridinde Ege ve Akdeniz kıyılarının kendilerine uygun şehir ve kasabalarında iskân edildiler. Mübadele ile 14.000 kadarı Kandiye’den olmak üzere yaklaşık 25.000 Giritli Müslüman, iskân edildikleri Ayvalık, Edremit, İzmir, Bodrum, Mersin gibi kıyı şehirlerinde, kâh Türkçe kâh Rumca ve bazen de her ikisini konuşmaya, Girit kültürünün bir ifade biçimi olan mânilerini okumaya, şifalı otların hâkim olduğu özel Girit mutfağını yaşatmaya devam ettiler.
Bu arada Ortodoks olup da Türk olan ama buna rağmen göç etmek durumunda kalanlar da oldu. Yunanca bilmediklerinden gittikleri yerlerde sorun yaşadılar. Hepsinin ortak sorunu yeni yerleşecekleri yerlerde bir şekilde yabancı olmalarıydı. Gidenler gelenlerden çoktu ve bu yüzden gelenler daha çok mala, mülke kondular diye düşünülür. Bu çok da doğru değildir çünkü gidenlerin arkada bıraktıkları yerlerin çoğu savaştan arda kalmış ve de yangından çıkmış yerlerdi. Batı Anadolu ve Pontus harap durumundaydı. Yerel çetelerde geride kalanları yağmalamıştı. Bu yüzden elde avuçta en fazla tahmin edilenin yarısının olması, sorun teşkil ediyordu. Bu da oranı 850/1.200 yerine 850/600 yapıyordu. Arada istisnai durumlar söz konusu olsa da genelinde böyleydi.
Sorunlardan en önemlisiyse, Mübadil Türklere barınacakları ev, işleyebilecekleri bağ-bahçe dağıtılırken ortaya çıktı. Oluşturulan Muhtelit Mübadele Komisyonu, Türklerin Yunanistan’da kalmış mallarının oranını ve altın lira üzerinden değerini kaydetmekteydi. Eğer göçmen daha Yunanistan’dan ayrılmamışsa bu kayıtlar onun kendisinin yanında yapılıyordu; yok eğer Yunanistan’daki baskılara dayanamayıp ayrılmak zorunda kalmışsa, arkasından yapılıyordu. Dört nüsha olarak oluşturulan bu mal beyannamelerinin bir nüshası göçmenin kendisine, birisi gittiği ülke temsilciliğine, birisi ayrıldığı ülke temsilciliğine veriliyor; bir nüshası da komisyonun kendi arşivinde kalıyordu. Göçmen bu beyanname ile karşı tarafa göç ettiğinde, uyrukluğunu kazandığı yeni ülkenin hükümetinden, ayrıldığı ülkede bıraktığı malların değerinde mal alabilecekti.
Oysa bu saydığımız nedenlerden dolayı büyük ölçüde gerçekleşemedi. Ayrıca, Yunanistan’da bırakılan mallara eşdeğerde bu insanlara mal verilmesi de mümkün olmuyordu. Üstelik pek çok göçmen, komisyon kendi yörelerine gelmeden baskılar nedeniyle Yunanistan’dan ayrılmak zorunda kaldıkları için, ellerinde Türk Hükümeti’nden mal-mülk isteyecek bir resmi kayıt bulunmuyordu. Türk Hükümeti de, bir anlamda ihtiyatlı davranmak üzere, mal dağıtımını bir anda yapmadı ve zamana yayarak gerçekleştirdi. Bugün bile tartışma konusu olan mübadele konusunda aklınızdaki soru işaretlerini aydınlatacak iyi bir kaynak tarih kitabı önereyim size: Benim de hocamdır; Doç. Dr. Kemal Arı, “Büyük Mübadele”.  
Girit’i tanımaya devam. Haftaya Heraklio (Iraklio) yani Kandiye kenti…
Sürecek…