Adeta “Ne olursa olsun benim uyanma vaktim geldi” der gibi…
Mor dağlar sıcak buğu sularını taşıyor sessiz vakarlı…
Mor dağlar sıcak buğu sularını taşıyor sessiz vakarlı…
Yol kenarları sararmış otlara ve sarı hercailere kucağını açmış hoş geldin diyor…
Hoş geldin!
Titreyen toprağın, akan suyun sesi oluyorum, şarkı söyleyen kuşların arkadaşı…
Yemyeşil tarlaları meyve ağaçlarının renklerini görüyorum
Titreyen toprağın, akan suyun sesi oluyorum, şarkı söyleyen kuşların arkadaşı…
Yemyeşil tarlaları meyve ağaçlarının renklerini görüyorum
kırmızı, pembe bana el sallıyor…
Gökyüzündeki oynaşan bulutlarla konuşuyorum
…gidenlerin
…ardından…
Yitirilmişlik büyüyor içimde böyle zamanlarda…
Az kalmışlık, azalmışlık
Bir öfke…
Hiçbir teselli de öfkemi dindirmiyor…
Onlara en fazla ihtiyacımız olduğu bir zamanda gidiyorlar…
Biliyorum biraz bencillik benimkisi!
Onlarsız olacak o yalnızlık…
Az kalmışlık, azalmışlık
Bir öfke…
Hiçbir teselli de öfkemi dindirmiyor…
Onlara en fazla ihtiyacımız olduğu bir zamanda gidiyorlar…
Biliyorum biraz bencillik benimkisi!
Onlarsız olacak o yalnızlık…
Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar.
Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz intikamı…
Derin bir yaz öğleden sonrasının sesiydi benimle konuşan… Anlayamadığım işaret diliyle konuşuyordu.
Daha ilk cümlelerinde de vuruyordu hani.
Daha ilk cümlelerinde nefesini kesiyordu insanın…
Öylece kalıp devam edemiyordunuz hemen!
Gözlerinizi kapatıp derin nefesler alarak düşünüyordunuz…
Çocuksuz, gençsiz ülkenin yalnız insanları gibi sevginin ve tutkunun orta yerinde bir masal anlatıyordu.
Unuttuğunuzu sandığınız her şey, müziğin sihirli nağmelerinde kendini buluyor, şekilleniyor, dans ediyor… Sonra hücum ediyordu beyninize.
İnsanın binlerce yıllık tarih ve kültürü, piyanonun tuşlarında dans eden parmaklarla birlikte Chopin’in ezgilerinde uyanıyor gözlerinizin önünden geçiyordu…
Derin bir yaz öğleden sonrasının sesiydi benimle konuşan… Anlayamadığım işaret diliyle konuşuyordu.
Daha ilk cümlelerinde de vuruyordu hani.
Daha ilk cümlelerinde nefesini kesiyordu insanın…
Öylece kalıp devam edemiyordunuz hemen!
Gözlerinizi kapatıp derin nefesler alarak düşünüyordunuz…
Çocuksuz, gençsiz ülkenin yalnız insanları gibi sevginin ve tutkunun orta yerinde bir masal anlatıyordu.
Unuttuğunuzu sandığınız her şey, müziğin sihirli nağmelerinde kendini buluyor, şekilleniyor, dans ediyor… Sonra hücum ediyordu beyninize.
İnsanın binlerce yıllık tarih ve kültürü, piyanonun tuşlarında dans eden parmaklarla birlikte Chopin’in ezgilerinde uyanıyor gözlerinizin önünden geçiyordu…
İnsanı çıldırtan uygarlığıyla buluşturuyordu Odeon Amfi tiyatro’sun da o gece…
Aslında hiçbir şeyi unutmadığınızı o anda, hemen size belletmek istercesine…
Gerçekten de unutmuyordunuz.
Gerçekten de aslında bazen sanılanın tam aksine “mutlu anılar” daha çok canını acıtıyordu insanın.
Belki de içinde yaşarken acıyı barındıran anıları hatırlamak insana yeniden acı vermiyordu da öfkeyi doğruyordu… Mutlu anları hatırlamak da artık olmayacaklarını, yeni anılar üretilemeyeceğini insana bellettiğinden acıtıyordu...
Yaşama ve duygulara dair ne varsa söylenip bitmiş, alev sarmıştı dinleyen yürekleri…
Aslında izlerle dolu insanlardık ve evet bu izlerin her biri bir yaranın kalıntısıydı…
Derin yaralar bir gün gerçekten kapansa bile izleri asla yok olmazdı…
Ve bu yüzden unutmazdık… Unutamazdık…
Peki, bellek kimden intikam alıyordu?
Kendinden mi?
Neden?
Neden kendine bunca zarar veriyordu… Öyle ya bütün intikamlar zarar verirdi mutlaka…
Bütün bellekler mazoşist belki de, pek çok yürek gibi…
Yoksa benim her zamanki yaşadıklarımı anlatırken devleştirdiğim duygular mı bunlar… Yazmak farklı bir büyü çünkü…
Hiçbir zaman gerçeklikten kopamadan yaşadığım şu dünyada ancak yazmak ve resim yapmak beni uzaklaştırıyor gerçeklikten…
Ancak yazarken ve boyarken ben hiç farkına varmadan geçebiliyorum düşselliğe. Sanki gerçek yaşayıp, düşsel anlatıyorum.
Yaşanamayan tüm her şeyi düşlerle öyle güzel dolduruluyor ki, birbirine dokunmadan arzu dolmuş kelimeler renklere, birlikte uyumadan tutku yüklenmiş cümlelere dönüşüyor.
Zaman zaman da, yaşanılandan ziyada yaşanmaya duyulan özlem sanki böyle yaşatıyor tanık olduğum anları…
Dinlediğim Waltz in A minor. Op. 34 no.2 beynimde öyle betimlemeler yapıyor ki tuş sesleri ile bazen birden yığılıveriyorsunuz. Bazen bir anda bütün geçmişinizle hesaplaşıyorsunuz. Bazen uysallaşıyorsunuz. Az önce keskinleşmişken içinizdeki tüm bıçaklar üstelik.
Hatırlıyorsunuz aniden tutkuyu alıp götüren, gençlik yıllarını işkencelerde, zindanlarda geçirenleri, yatakları yerinde yaşamının sonunu en acımasız şekilde hapis odalarında geçirenleri… Kaç yaşındalar dırlar bu gün?
Yılgın mı, hüzünlümüydüler?
Aslında hiçbir şeyi unutmadığınızı o anda, hemen size belletmek istercesine…
Gerçekten de unutmuyordunuz.
Gerçekten de aslında bazen sanılanın tam aksine “mutlu anılar” daha çok canını acıtıyordu insanın.
Belki de içinde yaşarken acıyı barındıran anıları hatırlamak insana yeniden acı vermiyordu da öfkeyi doğruyordu… Mutlu anları hatırlamak da artık olmayacaklarını, yeni anılar üretilemeyeceğini insana bellettiğinden acıtıyordu...
Yaşama ve duygulara dair ne varsa söylenip bitmiş, alev sarmıştı dinleyen yürekleri…
Aslında izlerle dolu insanlardık ve evet bu izlerin her biri bir yaranın kalıntısıydı…
Derin yaralar bir gün gerçekten kapansa bile izleri asla yok olmazdı…
Ve bu yüzden unutmazdık… Unutamazdık…
Peki, bellek kimden intikam alıyordu?
Kendinden mi?
Neden?
Neden kendine bunca zarar veriyordu… Öyle ya bütün intikamlar zarar verirdi mutlaka…
Bütün bellekler mazoşist belki de, pek çok yürek gibi…
Yoksa benim her zamanki yaşadıklarımı anlatırken devleştirdiğim duygular mı bunlar… Yazmak farklı bir büyü çünkü…
Hiçbir zaman gerçeklikten kopamadan yaşadığım şu dünyada ancak yazmak ve resim yapmak beni uzaklaştırıyor gerçeklikten…
Ancak yazarken ve boyarken ben hiç farkına varmadan geçebiliyorum düşselliğe. Sanki gerçek yaşayıp, düşsel anlatıyorum.
Yaşanamayan tüm her şeyi düşlerle öyle güzel dolduruluyor ki, birbirine dokunmadan arzu dolmuş kelimeler renklere, birlikte uyumadan tutku yüklenmiş cümlelere dönüşüyor.
Zaman zaman da, yaşanılandan ziyada yaşanmaya duyulan özlem sanki böyle yaşatıyor tanık olduğum anları…
Dinlediğim Waltz in A minor. Op. 34 no.2 beynimde öyle betimlemeler yapıyor ki tuş sesleri ile bazen birden yığılıveriyorsunuz. Bazen bir anda bütün geçmişinizle hesaplaşıyorsunuz. Bazen uysallaşıyorsunuz. Az önce keskinleşmişken içinizdeki tüm bıçaklar üstelik.
Hatırlıyorsunuz aniden tutkuyu alıp götüren, gençlik yıllarını işkencelerde, zindanlarda geçirenleri, yatakları yerinde yaşamının sonunu en acımasız şekilde hapis odalarında geçirenleri… Kaç yaşındalar dırlar bu gün?
Yılgın mı, hüzünlümüydüler?
Ya hayalleri, düşleri yaşayamadıkları aşkları…
Sakat kalan kolu, görmeyen gözleri
Soluk alıp verişlerini duyuyor gibiyim, esintideki ezgilerde…
İşte binlerce yıllık tarihin derinliklerinde, karşımızda çalan sanatçının tuşlarında çınlıyor kulağımıza…
“Baksana yıldızlar göz kırpıyor zamana”
Sakat kalan kolu, görmeyen gözleri
Soluk alıp verişlerini duyuyor gibiyim, esintideki ezgilerde…
İşte binlerce yıllık tarihin derinliklerinde, karşımızda çalan sanatçının tuşlarında çınlıyor kulağımıza…
“Baksana yıldızlar göz kırpıyor zamana”
Çıtayı yükseltmek adına çalışanların ayaklarından nasıl tutulup çekildiği zamanlarda, düzenlerinin bozulmaması adına yapılanların eleştirip yok saymaya gidilmesinin kabul edilmesi nasıl affedilir…
İnsanların bir orkide gibi eşsiz ve zarif duyarlılığını, keskin, soğuk bir orakla biçmek mümkün mü? Sevilmeye, barışa her şeyden çok gereksinim varken, karşılık istenmeden sunulan bu umulmadık sevgi, müzik, yıldızlar reddedilir mi?
Ele geçirdiğimiz her şey için savaştık, yıprandık, didindik; hayatın bu sürpriz armağanlarının değerini bilemeyecek denli katılaştık m? Yüreğimiz nasır mı bağladı.
Yaraları derin olanlar insanlar duvar örerler çünkü. Hem başka birileri görmesin yaraları diye hem de yeniden kanatamasınlar diye.
Çok zordur duvarları yıkmak. Çok zordur duvarların ardından bakmak karşınıza çıkan sevgiye barışa, güzelliklere…
Bu müzik girdabı beni çok derinlere, okyanusun dibindeki kuyulara çekiyor. Beynimin ortasında bir uçurum açılmış sanki kapkara, gölgelerle kaplı bir uçurum. Müzikteki Şefkat! Dağılıp gitmemi önleyebilecek tek şey olan şefkatin ta kendisi… Göz kırpan yıldızlara baktım içimdeki coşkunun kanatlarında… Kanat çırpıyor onlarda kırlangıç sürüleri gibi…
Yaşamı, sevgiyi, barışı, güzellikleri öğretiyorlar…
Aydınlık yüzleri parlak bakışları ile mutluluğun hançerlerini kaldırıyorlar…
Yaşama dair…
O bitmeyen coşkumuz, kıpır kıpır atan yüreğimiz.
Bunca acılara kıyımlara, yangın yerlerine karşın işte apak kalabilmiş…
Neden sevdalıyız şiire, resme, müziğe , iyiye , güzele?
Akan bir ırmak gibi sessizce!
Krzysztof Jablonski’nin çaldığı Chopin’i dinlerken bir an Fikret Demirağ’ın dizeleri aklıma geliyor ve gözlerimi kapatıp öyle kalıyorum…
“Barış bir şarkılı gençliktir
Bazı dönemlerde tam alnından vurulur
Gül yürekler göğüs-kafeste çürütülür
Gider gelir bir umut ağlar gecede…”
İnsanların bir orkide gibi eşsiz ve zarif duyarlılığını, keskin, soğuk bir orakla biçmek mümkün mü? Sevilmeye, barışa her şeyden çok gereksinim varken, karşılık istenmeden sunulan bu umulmadık sevgi, müzik, yıldızlar reddedilir mi?
Ele geçirdiğimiz her şey için savaştık, yıprandık, didindik; hayatın bu sürpriz armağanlarının değerini bilemeyecek denli katılaştık m? Yüreğimiz nasır mı bağladı.
Yaraları derin olanlar insanlar duvar örerler çünkü. Hem başka birileri görmesin yaraları diye hem de yeniden kanatamasınlar diye.
Çok zordur duvarları yıkmak. Çok zordur duvarların ardından bakmak karşınıza çıkan sevgiye barışa, güzelliklere…
Bu müzik girdabı beni çok derinlere, okyanusun dibindeki kuyulara çekiyor. Beynimin ortasında bir uçurum açılmış sanki kapkara, gölgelerle kaplı bir uçurum. Müzikteki Şefkat! Dağılıp gitmemi önleyebilecek tek şey olan şefkatin ta kendisi… Göz kırpan yıldızlara baktım içimdeki coşkunun kanatlarında… Kanat çırpıyor onlarda kırlangıç sürüleri gibi…
Yaşamı, sevgiyi, barışı, güzellikleri öğretiyorlar…
Aydınlık yüzleri parlak bakışları ile mutluluğun hançerlerini kaldırıyorlar…
Yaşama dair…
O bitmeyen coşkumuz, kıpır kıpır atan yüreğimiz.
Bunca acılara kıyımlara, yangın yerlerine karşın işte apak kalabilmiş…
Neden sevdalıyız şiire, resme, müziğe , iyiye , güzele?
Akan bir ırmak gibi sessizce!
Krzysztof Jablonski’nin çaldığı Chopin’i dinlerken bir an Fikret Demirağ’ın dizeleri aklıma geliyor ve gözlerimi kapatıp öyle kalıyorum…
“Barış bir şarkılı gençliktir
Bazı dönemlerde tam alnından vurulur
Gül yürekler göğüs-kafeste çürütülür
Gider gelir bir umut ağlar gecede…”
Bugün artık biliyorum: Hayatın bizlere verip verebileceği tek ödül, tek armağan, sevgi dolu insanlar ve yaşamdır. Bizler de böyle insanları ve yaşamımızı ilk fırsatta katlederiz. Sonra da, ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtımızda taşırız.
İşte sanatın tüm yaşamı gözden geçirttiği, güneşin ısıtırken hatta yakarken umudu hatırlattığı bir günde kendi yalnızlığım içindeyim…
Sizde güneşe göz kırpan yıldızlara bakın bazı günlerde ya da geceler ve müzik dinleyin…
Sizde güneşe göz kırpan yıldızlara bakın bazı günlerde ya da geceler ve müzik dinleyin…
Geçmişinizin izinde geleceğinizi çizin…
Düşçe kalın….