Fabrikaya yeni bir müdür geldi. Telefon sapığı bir adam. Uzaklarda çalışan bir sevgilisi var, neredeyse günün tamamını onunla konuşarak geçiriyor. Ben fabrikanın santralinde görevliyim de oradan biliyorum. Yine bir sabah, bir araba sesi duyuldu. Ardından takır tukur kapının açılması. Tamam, o. Makamına geçip koltuğuna oturması iki dakika, kalemliğinin simetrisini düzeltmesi, sümeni tokatlayıp üflemesi de üç dakika, etti beş dakika. Evet, onun sesi:
-Evladım, Leyla ablanı arar mısın?
Aramaz olur muyum? Müdürüm bir şey rica edecek de, ben onun emir olduğunu anlamayacağım. Olacak şey mi?
Tabi ki hemen bağlayacağım, o en az yarım saat konuşacak. Sonra kapatacak. Ta ki, yengeyle konuşmadan nasıl sabredebildiğine şaşırdığım on beş dakika geçene kadar. sessizlik. Özlem dolu ikinci arayış anı gelmiştir. Yalnız bu kez, sözcüklerden tasarrufa başlıyor. O da haklı aslında, sohbet edilecek kişi ben değilim ki, Leyla yenge. Her bir sözcük zaman kaybı. O da farkında ki en önce en kolay gözden çıkarılabilecek sözcükten “Evladım”dan tasarruf etti:
-Leyla ablanı arar mısın?
Arıyorum Leyla ablayı. Ben aslında yenge olduğunu biliyorum da, o çaktırmamak için ablan deyiveriyor. Amaç, günde altı saat konuşulan bayanla arasında bir duygusal ilişki olduğunu anlamayalım. Aslında ben anlamamış gibi yapıyorum da, o anlamıyor.
…
İkinci konuşma faslı biteli yirmi dakika oldu, müdürümün başına bir hal gelmesin, diye düşünüyordum, bereket çaldı. Bir sorun yok. Arada tuvalete filan gittiğinde beş dakikalık gecikmeler olabiliyor. Önemi de yok. Çalışma yaşamında üç beş dakika nedir ki? Amaç, üretimde aksama olmasın!
Telefon zırt dedi, tabi müdürüm. Elbette sözcük azaltmayı ve su yolla zamandan kazanmayı ihmal etmiyor:
-Ablanı arar mısın?
Aramazsam ne olayım da, insanın içine bir merak da girmiyor değil. Yahu, bu Leyla yenge, uzaklarda bir yerlerde çalışır. Yüz yüze görüşememelerinin nedeni de bu uzaklık. Onun için bizim müdürün neredeyse tüm günü onu aramakla, konuşmakla geçiyor. İşyerinin o gereksiz işleri de olmasa rahatça tüm gününü onunla konuşarak geçirebilecek. Ne çare ki, arada onar on beşer dakika, iş yapmak gibi gereksiz şeylerle uğraşmak zorunda kalıyor.
Benim asıl merakım şu: Bu Leyla yengenin ta o uzak memleketlerde tek görevi müdürümün telefonunu bekleyip, konuşmak mı?
Bizde de üretim gitgide azalıyor. Bu gidişle, fabrika batar, yenge de çalıştığı işten kovulur; bir araya gelirler. Artık tüm gün konuşur, sevişirler. Para mı? Onu nereden bulurlar bilemem. Ben böyle şeyler düşünürken, telefon zırt dedi bıraktı. Tamam, müdürüm uzun uzun düğmeye basmanın da yengeyle yapacağı konuşma süresinden çalmak olduğunu düşünmüş olmalı. Zaten sözcük tasarrufunu da ihmal etmedi:
-Arar mısın?
Hemen. Müdürümle Leyla yenge on beş dakikadır birbirlerinin sesini çok özlemişler, konuşma bu kez kırk beş dakikayı buldu. Onlar konuşurken ben de düşüncelere daldım. Yahu bunların geçim endişeleri olsa, ona göre davranırlar, demek ki öyle bir sıkıntıları yok. Peki bu müdür yengeyle konuşmaktan koca fabrikayı batırır da biz işsiz kalırsak? Ya, o da var. Bizi kim düşünür?
Ne yapmalı ne etmeli? Bak şimdi, yengenin tayini o uzak memleketten bizim kente çıksa, bunlar oturur karşılıklı konuşurlar. Bizin işyerinin işleri de eskisi gibi yürür. İşsiz kalmamış oluruz, diye düşünürken telefonun sesi:
-Ağu.
A gibi, ağ gibi, ağu bir ses. Ama alışığım ya, en uzun açılımı bile belli, “Evladım, Leyla ablanı arar mısın?” diyor. Hemen aradım. Yine bir yarım saat görüştü.
İstediğini anlamada, aramada sorun yok da, kimi zaman karıştırdığım olmuyor da değil. Müdür ‘bağla’ anlamında düğmeye basıyorsa kime bağlarsınız? Ben de eski alışkanlıkla fabrika sahibine bağlamışım. Sen tut, olur olmaz yerlerinden öpecem, diye sıkıştır adamı. Tabi yukardan aşağıya en ağır azarı yine ben işittim. Neyse bunlar ayrıntı şeyler. Her zaman olmadığı gibi, aslında anlatmağa da değmez.
O günün son arayışı. Telefon bir kez dıt dedi, sustu. Ben tabi, işi biliyorum, bir Pavlovzede edasıyla hemen Leyla yengeyi bağladım.
Gel zaman git zaman müdürüm tasarrufa iyice alıştı. Düğmeye basıyor, ben bağlıyorum.
Fabrikanın işleri böyle ara, bağla yürürken, bir gün fabrika sahibi çıktı geldi. Fabrika zarar ediyormuş, en kısa zamanda kâra geçirmezsek fabrikayı kapatmak zorunda kalacakmış.
Bu gidişle olan da biz işçilere olacak. Son bir hamle, fabrika sahibine gidip müdürün durumunu anlattık, “Hatayı kendinizde arayın, çamur atmayın.” dedi. Akrabası mıdır, nesidir?
…
Çare yok, sorunu kendimiz çözeceğiz. Bir gün oturup, Leyla yengenin tayini bizim kente çıksa, bu işe yaramaz herifle yüz yüze konuşurlar, fabrika kapanmaktan kurtulur, diye, bir tayin yahut def duası yazdık. Malum, ekmek parası; şimdi gece gündüz bu duayı okuyoruz:
Tayin Yahut Def Duası:
“Yarabbi, sen her şeye kadirsin. Zor durumlarda kaldık, huzuruna fasıl olduk. Bir telefon sapığı müdür yüzünden fabrikamız kapanmak üzere. Akşama kadar telefonda sevgilisiyle konuşuyor. Fabrika üretim yapamaz hale geldi. Biz işçiler de kapının önüne ha konduk ha konacağız yarabbi.
İşyerimizi batmaktan, bizi işsiz güçsüz kalmaktan koru yarabbi. Leyla yengenin işyeri uzak düşüyor, tayinini bizim kente nasip eyle yarabbi. Tayin işi uzayacak gibi olursa, ihtiyaten, bu namussuz herifi fabrikadan def eyle yarabbi. Def eyledikten sonra bir daha yüz verme yarabbi. Bu müdür olacak adam çok yüzsüzdür. “Tamam, o çenesi düşük karıdan ayrıldım. Bir daha işleri asıp fabrikayı batırmayacağım.” deyip geri dönmeye çalışabilir. Alışmış kudurmuştan beterdir, yine yapacağını yapar; kabul eyleme yarabbi. Her türlü işe iade talebini külliyen reddeyle yarabbi. En çok da biz işçileri işsiz, beş parasız kalmaktan, acımızdan ölmekten muhafaza eyle yarabbi. Böyle kötü adamlar yüzünden işsiz kalıp acından ölen işçi kardeşlerimizin ruhu için; El Fatiha. Âmin”