Doğumla ölüm arasında bir güzergâhta, bedenimizin ruhumuza destek olabildiği sürece geçirdiğimiz evreye yaşam diyoruz.
Aklımızın ermediği bebeklik dönemi ile epey yaşlanmanın sonucunda oluşan bunama dışındaki döneme de bilinçli yaşam diyebiliriz.
Doğumdan önceki dönemle, ölüm sonrası ise bir muamma; dinsel kaynakların dışında pek bir bilgiye sahip olamadığımız…
Bilinçli yaşam sürecimizde gerçekten bilinçli yaşadığımızı söylemek pek de doğru sayılmaz.
Bu durum kişiden kişiye değişmekle birlikte pek çoğumuzun yaşamı bilinçten yoksun, bin bir gaile ve çileyle geçmekte diyebiliriz.
Doğduğumuz hayat şartları, ailenin sosyal ve ekonomik durumu, yaşanılan yerleşim yeri ve ülke, algılama yeteneğimiz ile zekâ seviyemiz yaşam bilincimizin oluşmasındaki en önemli etkenler.
Bu değişken şartların sebebinin ne olduğuna gerçek bilgi düzeyinde bir cevap bulunamamış; ne yazık ki bu güne kadar.
İnsanoğlu tarihsel tecrübesiyle her seferinde insanın mutluluğu için değişik sistemler oluşturmuş, fakat her seferinde sistemi kendisi deforme etmeyi başarmıştır. Tıpkı kendi hayatını kendisi çekilmez hale getirmeyi başaran insan misali.
Bu problemlerin temel nedeni, insanoğlunun enaniyet-ego vb isimlerle adlandırılan aşırı bencillik duygusunu bir türlü terbiye edememesidir.
İnsan yetkileştikçe bencilleşen, bencilleştikçe doyumsuz bir hal alıp, adeta tanrılığa soyunan yapısıyla, teoride mükemmel olan her türlü kurallar zincirini paramparça etmeyi başarmıştır.
Ölümün ibret olmadığı, her türlü musibet ve belanın kendi başına hiç gelmeyeceği zannıyla hayatı kendimiz ve çevremize zehir etmekten bir türlü vazgeçemeyiroruzzz…
Ekonomi adeta tapınılacak kadar öneme sahip ve ekonomik seviye kişinin ve toplumun gücünün tek göstergesi.
İşin ilginci ekonomik gücü olmayan birey ve toplumların gönüllü kölelik konusunda hiçbir sıkıntıları olmadığı gibi; adeta bu durumdan mazoşist bir keyif almaları…
Laf başında herkes erdem ve ahlakın öneminden dem vururken, ekonomik gücü olanın tüm erdemsizliği ve ahlaksızlığı göz ardı edilir.
Ekonomik gücü olana her şeyin mubah olduğu bir alan oluşturmaktan geri kalmayan toplumların, bu durumlarından şikâyetlerini anlamak gerçekten zor.
Oysa paylaşılan dünyada yaşamak hiçte zor olamasa gerek…
Paylaşabilmek…
Tek kelimede saklı mutlu ve huzurlu yaşamanın sırrı…
Dünya kurulduğundan beri teoride paylaşmanın önemini bilen insanoğlu, ne yazık ki binyıllardır bu teoriyi pratiğe dökme beceresi gösterememiştir.
Bırakın göstermeye daha bi uzaklaşmış paylaşmaktan.
Bu gün dünyamızda her sektörün tekelleşmesinin altında yatan gerçek neden paylaşamamak, egoizmin zirveye ulaşması diyebiliriz.
Sadece güçlülerin değil, yaşayan her bireyin sorumluluğu var; olumsuzluk ve mutsuzlukta…
Çözüm çok bilinmeyenli muamma…
Umut yaşayabilmenin yegane kaynağı…
Hiç değilse benliğimizde üretebilmeyi denesek paylaşmayı, ne hoş olurdu…
Kendi oluşturduğumuz mutsuzluk ve olumsuzluklarla savaşmaktan vazgeçebilirdik belki…
Barışa kaç var?