“Bırak götürsünler; memlekette taş mı yok!”
Batılı toplumların, önce soylu ailelerin koleksiyonlarını, 18.yy sonu itibariyle müzelerinin koleksiyon oluşumlarını, doğunun taşınır ve de taşınması güç antik kültür varlıkları ile gerçekleştirdikleri bilinen bir gerçek. 19.yy.da bu yağma furyasından en fazla nasibi Akdeniz ülkeleri ve Osmanlı Türkiye’sinin aldığı da bir gerçek.
Osmanlı İmparatorluğu da kurduğu Müze-i Hümayun ile zamanında kendi toprağındaki Sayda gibi, yakın çevrede yer alan eserlerden bazılarını, batı ile özdeş anlayışla kurduğu “Payitaht Müzesi”ne taşıdığı biliniyor. Yalnız durum bu açıdan farklılık arz ediyor: Lübnan o zaman Osmanlı’nın toprağıydı, müstemlekesi değil. Bu yüzden Batı müzelerinden eski eserlerin geri istenmesi ile ilgili her söylemde, bize de dayatılan Sayda Lahitlerinin geri verilmesi hususunun ülkemizde yapılan kültür varlıkları talanının bir ört-bası, karşı saldırısı olduğu bilinmelidir.
Komşunun eski Kültür Bakanı Mercuri’nin de, Osmanlı topraklarından götürülen Elgin Mermerleri için Türkiye’yi suçladığı hatırlardadır. Yasalar gereği ne yazık ki neredeyse pek çok müzenin başlangıçta koleksiyonunu oluşturan eserlerin bugünkü hukuk kuralları ile geri gelmesi söz konusu değil. Söylediğine göre: “14 müze ellerinde bulundurdukları eserlerin dünyanın kültür mirası olduğunu vurgulayarak, onları sergileyerek Dünyaya hizmet ediyoruz” söylemi içindeler. Ancak 1980lerde çıkan UNESCO’nun eski eser koruma yasası sonrasında kaçırılmış eserlerin geriye alınması mümkün olabiliyor. O da uzun mahkeme süreci içinde ispatlamak kaydıyla... AB içindeki Akdeniz çanağı ülkeleri bile hala kaçırılan eserleri ve geri alamayışları konusunda dertliler.
Müzelerin özelleştirilmesi konusu ise bir başka çözüm önerisi. Müzelerin batıdakilerle örtüşen bir yapılanma içinde olması için, uzun bir süre bir grup uzman TÜBA için rapor hazırladı. Bu rapor bildiğim kadarıyla geçtiğimiz yıllarda Kültür Bakanlığı’na sunuldu. Sonrasında bugün Topkapı Sarayı’nda olduğu gibi bir işletme müdürü ve bilimsel başkandan oluşan sistem ortaya çıktı. Ancak işleyiş hakkında ne derece başarılı olundu onu zaman gösterecek. Yani Müzelerin özelleştirilmesinden sanki müzelerin yönetim ve yapılaşması değil, daha çok müze gişe gelirlerinin ya da toptan Döner Sermaye Müdürlüğü’ özelleştirilmesi anlaşılıyor veya öngörülüyor.
İstanbul’da müzelerin artışı sevindirici olmakla birlikte acaba kültürel açıdan doyurucu mu? Ya diğer şehirler? Ankara? İzmir? Hele İzmir kenti tam bir müze fakiridir dikkat edilirse. En başta koskoca 3,5 yıl işgal ve işgal yaşamış bir kentin Kurtuluş (Savaş) Müzesi yok, düşünsenize. Çocuklarımıza, onlar için soyut bir tarihi masaldan ibaret olan Kurtuluş Savaşımızı somut delilleriyle anlatabilecek bir yerimiz henüz yok. Bizler dedelerimizden, ninelerimizden dinledik peki ama ya bizim çocuklarımıza şanlı tarihimizi kim anlatacak. Üç nesil sonra Kurtuluş Savaşı gibi övünebileceğimiz ve İzmir’in kurtuluşundaki Türk ordusunun, Mustafa Kemal’in şehre nasıl girdiklerinden habersiz bir yeni yaş grubuna gireceğimizi, yakın tarihimizi yalnızca tarih sayfalarında saklayacağımızı biliyor muyuz?
Müzeler, ziyaretçi sayıları ile gündemdedir ülkemizde. Ama ziyaretler bazen usulen bazen zorunlu bazen de program gereği olduğundan aslında bu rakamların pek de sağlıklı oldukları ve bize çok rasyonel bilgiler verdiklerine emin olamayız. Örneğin, bir müzeyi gezmeye gelen ziyaretçi, bazen koşar adımlarla vitrinleri dolaşmakta, ne alttaki yazıya ne de var olan etiketteki bilgiye ulaşmaktadır.
Çoğu ziyaretçiyse müzelerde çoğu zaman birinin önünden geçtiğine bile aldırmamakta, ya elinde cep telefonu ile birine mesaj atmakta veya arkadaşını çay salonunda beklemektedir. Hatta kimisi bir duvar dibinde beklemekte veya salonu gezip bilgilenmek yerine kafede çene çalmayı tercih etmektedir. Böyle başıboş gezen ziyaretçiyi bilgilenmeye yönlendirmek müzenin ne gibi bir hizmeti, nasıl bir müzecilik perspektifi olmalıdır. Bunun öncelikle gelen ziyaretçinin eğitim, kültürel alt yapısı gibi özellikleri ile bağlantılı olduğu bilinen bir gerçektir ama bu tip kültürel grupları çokça alamadığımız sürece eldekiyle idare etme zorunluluğumuzu da hatırlamakta fayda vardır.
Bu bağlamda ülkemizde müzeciliğin gelişme göstermesi ve Batı Avrupa müzecilik seviyesine ulaşabilmesi için eğitimin yeterli hale getirilmesi ve bilinçlenme sağlanması gerekmektedir. Öte yandan müzecilik sonuçta ülkenin kültürel varlığını koruma yani sahip çıkma demek oluyorsa ören yerlerinin talanı da beraberinde paralel bir konudur. Zira günümüzde hala ören yerlerinde yapılan kaçak kazılar ve tarihi eser kaçakçılığı ve de maalesef müze soygunculuğu gündemimizden hiç düşmüyor: geçtiğimiz yıllarda kamuoyunda büyük ses getiren "Kanatlı Denizatı", Kahramanmaraş Müzesi'nde sahte çıkan sikkeler hadiseleri mesela... Üstüne üstlük bir de "Kaşıkçı Elması"nın sahte olup olmadığı tartışmaları.
Bütün bu tartışmaların ötesinde müzelerin ağır sorunları var; kadro eksikliği, ödenek yetersizliği, yasaların uygulanamayışı ve elbette basiretsizlik! İşte bu boşluklar ve eksiklikler hırsızlıklara kapı aralıyor... Bundan 8 yıl önce Şeker Bayramı'nda, Söke yakınındaki Milet Müzesi'ne gelen maskeli kişiler iki bekçinin silahlarını alıp, ellerini kollarını bağlayarak ağızlarını bantlamışlardı. Nefes aldıklarından emin olduktan sonra bir lahdin içine koyarak bahçeden bazı heykellerle kayıplara karışmışlardı. Bu hadiseden bir yıl sonra da Tire Müzesi'ne arka pencereden giren soyguncular demir parmaklı kapının kilidini ve vitrin camlarını kırıp yükte hafif, pahada ağır, 322 takı ve sikkeyi alıp geldikleri gibi gitmişlerdi.
Türkiye'de yaklaşık 100 müze ve yine bunlara bağlı bir o kadar da birim var. Müzelerden 2002'de 151, 2003'te 160, 2004'te 361 parça eser çalındı. 16 müze kapalı, 28'inde müdür bulunmuyor (2006). Zamanın Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç'un açıklamasına göre o yıllar için en azından 750 uzman, bir o kadar da bekçi gerekliydi. Bu o gün için imkansızdı çünkü Maliye Bakanlığı kadro vermiyordu. Gerekçesi ise "Uluslararası Para Fonu"nun devleti küçültmesi, kadroları azalttırmasıydı.
54 müzede soygun ihbar ve kapalı devre TV düzeneği var. 12'sinde yalnız soygun ihbarı, 31'inde kapalı devre kullanılıyor. 2005'te 22 müzede elektronik güvenlik düzeneği kuruldu, bu yıl 24 müzede kurulacak. 15 müzenin ise hiçbir koruma ve güvenlik tertibatı yok. Elektrik faturasının tasarrufuna yönelik güvenlik düzenleri devreden çıkarılan müzelerin teker teker soyulması oldukça düşündürücü. Maliye Bakanlığı ödenek ayırmayınca Kültür Bakanlığı da koskoca Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ni asgari ücretli özel güvenlikçilere emanet ediyor. Karakola bağlı güvenlik telefonunun faturası ödenmediğinde de Telekom, hattı kesmekte tereddüt etmiyor.
Sayıştay'ın 12 yıl önce 12 müzede yaptığı araştırmanın raporu ise şöyle: 2,5 milyon yapıttan 137 bininin kaydı yok. Güvenlik önlemleri yetersiz, görevliler, bekçiler nitelik ve nicelik açısından istenen düzeyde değiller. Afet ve yangın planları, kurtarma öncelikleri ile çoğunda yangın alarmı yok. Müze döküm defterleri tek nüsha yani yanar ya da kaybolursa kayıtları denklemek zor. Uzman bulunmadığı için özellikle sikkeler kayıtsız. Müzelerin çoğunda değil fotoğrafçı, fotoğraf makinesi bile yok; materyallerin fotoğraflı kayıtları yetersiz.
Soyulan Müzeler konusuna gelince hırsızlık olaylarındaki artış müzelere de yansıdı. Müzelerden eski eser hırsızlığında %100 artış görüldü. 2002 yılında 51; 2003 yılında 160; 2004 yılında 361 eser müzelerden çalındı. 2005 yılında rakam verilmezken durumun diğer yıllardan pek farklı olmadığı anlaşılıyor. Bu yıl soyulan müzeler arasında Topkapı Sarayı Müzesi, İzmir-Arkeoloji Müzesi ve Milas, Isparta ve Sivas müzeleri de var. En çok soygun Topkapı'dan.
27 Haziran 2005'te Bağdat Köşkü-Kavuk Odası'ndan 9 eser çalındı. Bu olaydan 15 gün sonra ise yeni bir hırsızlık görevlilerce engellendi. Saray yetkilileri, hırsızlık sonucu 8 eserin çalındığını açıklanmıştı. Aradan aylar geçti ve çalınan eserler bir caminin bahçesine bırakıldı. Bir torba içinde bırakılan eserleri polis saydığında eser sayısının 9 olduğunu görmüştü. Sonuçta Topkapı Sarayı’ndan çalınan eserlerin tam sayısının bilinmediği 9ncu eserin farkında olunmadığı anlaşıldı çünkü soyulan müzelerin hepsinin ortak özelliği, güvenlik kamerası ve alarm sisteminin bulunmuyor olmasıydı. Aralarında Topkapı Sarayı Müzesi gibi alarm sistemleri yıllarca arızalı olanlar da var. En büyük sorunların başında personel yetersizliği geliyor. Gerek güvenlik görevlisi ve gerekse seksiyon sorumlusu olmadığından müzelerde güvenlik, kamera ve alarm sistemlerine kalıyor.
Bunlardan başka; Müzeler sigortasız, bir parça çalınınca, kimin üzerine zimmetliyse para o an ödetiliyor. 7 yıl önce Avusturya Arkeoloji Enstitüsü Avrupa'da 350 müzenin kullandığı bir bilgisayar envanter programını Türkiye'ye önerdi. Öneri tüm müzecilerce beğeni ile karşılandı. AB'nin de önemli ödenek katkısı olacak bu envanter yöntemi için Antalya Müzesi seçildi. Avusturya Johanneum Araştırma Enstitüsü ile görüşüldü, protokol imzalandı ama genel müdürlükte yaşanan bazı sorunlar nedeniyle uygulanamadı.
Sorun, kaliteli personel yetersizliği Türkiye'de 100'e yakın müze var. Bunlara bağlı 90 birimle birlikte bu rakam 190'a ulaşıyor. Toplam eser sayısının 3 milyonu bulduğu müzelerde sadece 1.585 personel görev yapıyor. Yani bir uzman, yaklaşık 20 bin eserin koruması, bakımı ve bu eserlerle ilgili bilimsel çalışmaya yapmaktan sorumlu. Belki de yaşanan skandalların en büyük sebebi personel yetersizliği ve sergilenecek yer azlığı. Amerika'daki Metropolitan Müzesi'nde 1.500 uzman çalıştığı göz önüne alınırsa Türkiye'deki durumun vahameti daha iyi anlaşılır. Müzelere 1998-2005 yılları arasında 67 kişi alınmış. Sadece 2006 yılında ise 700 uzman personel müzelere kazandırılmış Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, müzelerdeki uzman sayısının artırılması ve müzelerin çalışma standartlarına kavuşturulması için büyük gayret gösterildiğini düşünüyoruz.
Fakat yapacak ve yapılacak daha çok işimiz var…