GÜNDEM

ALTERNATİF PARADİGMA   (Marksizm, Sosyalizm, Laisizm ve Demokrasi)

Geçtiğimiz hafta iktidara muhalif olan bir yayın grubunda yazarlık yapan emekli bir subayın yazısını okudum.

Yazarın muhalif olması sebebiyle içeriğini tahmin ettiğim yazıyı belki yeni bir şey öğrenirim niyetiyle dikkatlice mütalaa ettim. Yazının içeriğinde iktidarın yeni bir paradigma inşa etmeye çalıştığı ve bu yeni paradigmanın laik/seküler, demokratik anlayışıyla bağdaşmadığı, dahası laik paradigmaya alternatif olarak yer aldığı ve mevcut statükoyu ilga amacı taşıdığı anlatılmaya çalışılmış ve bu durumun cumhuriyet Türkiye’si için büyük bir tehlike olduğu belirtilmek istenmiş. Aslında bakılırsa iki kutuplu basının bir ucu iktidara hizmet ederken diğer ucu da iktidarın attığı istisnasız her adımı yerme ve baltalama yolunu izliyor. Demem o ki, bu tür bakış açısına sahip bir çok kişi, alternatif paradigma olarak laik/demokratik ilkeleri benimsiyor ve yeniden muasır medeniyetler seviyesine ulaşmamız için kemalist paradigmanın hakim olması gerektiğini elzem görüyor. Buna karşılık diğer cenahdaki kalemler ise iktidar ideolojisini savunarak adeta yapılan her icraatı mucize mesabesine çıkarıp tabanı en kötü ihtimalle düşünce boyutunda stabil tutarak manipüle ediyor.

    
     Türkiye gibi imparatorluk bakiyesi bir ülkenin yönetilmesi elbet de çok zor. Eskiye yönelik bir adım attığınızda ya da emperyalizmin aleyhine bir proje geliştirdiğinizde askeri, siyasi, sosyolojik, finansal ve diplomatik anlamda bir çok engel ile önünüzü kesebiliyorlar. Böylesi bir zeminde kolonyalistlerin bizden ne isteyip ne istemediklerini net bir şekilde anlayarak bu doğrultuda önümüze konan engellerin aşılması yönünde politikalar ve çözümler geliştirmeliyiz. Fakat bu ülkede yapılan ise iktidarda olma hırsından öte bir şey değil. Dolayısıyla geliştirilen politikalar da en nihayetinde emperyalizmin süzgecinden geçmeden neşv-ü nema imkanı bulamıyor. Peki bu durum çözümsüz mü? Bunun üstlesinden gelebilecek bir yol ve seçenek yok mu?


Hakikat Tektir; Batıl Çok

     Bir çok siyasi partinin bulunduğu Türkiye’de, partilerin her birinin özgün, bağımsız ve büyük ölçüde birbirine benzemeyen dünya görüşü ve ideolojisinin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Fakat buna karşın paradoksal olarak hepsinin dilinde aynı şarkı, aynı slogan terennüm ediyor: “Biz iktidara talibiz, ülkenin sorunlarını biliyoruz ve çözüm için elimizde geliştirdiğimiz bir çok politika var.” Böyle bir vasatta akla ilk olarak yerel seçimlerde el değiştiren belediyeler geliyor. İktidar hırsıyla yanıp tutuşan ve biz en iyi, en doğru, en hakkaniyetli, en demokratik olan partiyiz diyenlerin verdikleri vaatler geliyor. Kimisi içme suyu fiyatlarını düşürüyor, kimisi elektriği; kimisi öğrenciye ücretsiz ulaşım imkanı sağlıyor, kimisi yaşlılara; kimisi ev hanımlarına maaş bağlıyor kimisi de sigorta yapıyor v.s ... Fakat seçim arefesinde verilen bu vaatlerin temelsiz oluşunu çok geçmeden anlıyoruz. Üstüne üstlük mevcut belediye çalışanlarının ya departmanlarının değiştirildiğine ya da işlerine son verildiğine tanık oluyoruz. Sorsan hak, konuşsan adalet timsali olanların yaptıkları ve korkarım ki yapacak oldukları bu saydıklarımızın önüne geçmeyecek. Birbirine taban tabana zıt dünya görüşlerine sahip partilerin herbirinin Hakk’ın, hakkaniyetin, adaletin taşıyıcıları ve destekçileri olduğunu dillendirmeleri, hakikatin tek olduğu gerçeğini idrak ettiğimizde pek bir anlam ifade etmiyor. Zira Hakk tektir; çok olan batıldır.

İslami Paradigma ve Maksizm

   Dünya üzerinde siyasi ve içtimai bir çok değer yargısından, toplumsal düzen öğretilerinden söz etmek gayet tabii mümkün. Ve dahi denebilir ki insanların, milletlerin, devletlerin birbirine kıymasının altındaki sebep de bu değer yargılarını iktidara taşıma arzu ve isteğinden ileri geliyor. Bu noktada da siyasi zeminde olduğu gibi her doktrin/öğreti, insan yapısı ve yaşamı için en elverişli, en yatkın sistemin kendi savunduğu prensiplerin olduğunu düşünür. Söz gelimi Marksizm; komünizm ve sosyalizm olmak üzere iki evreden oluşan sosyo-ekonomik bir sistemdir ve en kısa tanımlama ile özel mülkiyetin olmadığı, özel mülkiyete izin verilmediği ve toplumda kullanılmak üzere her ne varsa müşterek kullanılma hakkına sahip olduğunu ifade eder. Bu doğrultuda mülkiyet peşinde koşulmayacağını ileri sürerek toplumsal birlik, beraberlik ve dayanışmanın ancak bu minval üzere gerçekleştirilebileceğini savunur. Fakat bu bağlamda insan ruhunu, yapısını, karekteristik özelliklerini ve doğasını hesaba katmaz.


    Her insan kendisinin tanığıdır. Her insan kendisinin ana kaynağı ve kitabıdır. Küçük çocuklarda dahi gözlemleme imkanı bulduğumuz bir eşyayı, subjeyi sahiplenme arzusu ve hatta bunun için kardeşini kıskandığı ve hırpaladığı gerçeği ortadadır. Acaba bunun sebebi nedir? İnsan neden sahip olmak ve sahip olduklarıyla kendini ispat etmek (buna psikolojide kendini gerçekleştirme denir) ister. Bu sorunun en muhtemel ve makûl açıklaması söz konusu itkinin fıtrî, yani yaratılıştan geldiği yönündedir kanaatimce.


   Sosyalizm öğretisi, ilke olarak özel mülkiyeti reddeder demiştik. Fakat insanın sözünü ettiğimiz fıtrî özellikleri itibariyle net olarak sahip olmaya eğimli olduğu gerçeği ortadayken bu öğretinin toplumsal ve evrensel kabulü ve başarılı olma ihtimali nedir? Yanı sıra her insan aynı nitelikte ve özellikte değildir. Farklı maharetleri olan insanları aynı iş kollarında istihdam etmek de yine büyük bir sorunsal olarak karşımıza çıkıyor. Zira ifade ettiğimiz gibi yapısal özellikler, beceriler farklıdır ve bunun yanında mizaçlar da farklıdır. İnsanı, kendisiyle bağdaşmayan ve entegre olması mümkün olmayan iş sahasında memur kılmak toplumsal işleyişi ve verimliliği de sekteye uğratacaktır diye düşünüyorum. 

   İslam dini, bireylerin niteliksel farklılık ve becerilerinin bir hikmete mebni olduğunu ifade eder. Dünya hayatında yapılacak olan birçok işin ifâsı için farklı yeteneklerin varlığına ihtiyaç olduğunu vurgular. Bu bağlamda Kur’an’da geçen şu ifadeleri alıntılamayı yerinde görüyorum:
“Allah rızık bakımından kiminizi kiminize üstün (farklı) kılmıştır. Farklı (bol rızık) verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu konuda kendilerini onlara eşit kılmazlar. Allah’ın nimet(ler)ini inkâr mı ediyorlar!” Nahl/71


“Din, var olan duruma bir protesto; ruhsuz koşullara ruh; mazlum insanın içli çığlığı; kalpsiz dünyanın kalbi ve halkların afyonudur.”

                                                               Karl Marx

   Yukarıdaki alıntıda Marksist ideolojinin kurucusu olan Karl Marx’ın din mefhumuna bakışını dolayısıyla bu öğretinin dine biçtiği payı görüyoruz. İnsan varlığının yaşamındaki belki de en önemli gerçek olan ölüm olgusunu ve sonraki hayatı anlamlı bir temele oturtmayan ve bu konuda verdiği cevap ve gösterdiği yaklaşım ile vicdanları mutmain etmeyen bir ideoloji olarak Marksizmin akıl ve vicdan terazimizde nasıl bir kıymet-i harbiyesi olabilir ki? Nasıl ve ne tür bir düşünce akımının peşine takılırsak takılalım, sormamız gereken ilk soru söz konusu öğretinin varoluş ve ölüm gerçeğine nasıl yaklaştığı ve nasıl anlamlandırdığı yönünde olmalıdır diye düşünüyorum. Dile getirdiğimiz özellikleri itibariyle Marksizm, bir ütopyadan ileri geçemiyor ve mensuplarına tatmin olacakları anlamlı cevaplar veremiyor. Bu sebeple de en azılı savunucularının yüreğinde dahi derin boşluklar bırakıyor. Bu bağlamda Yugoslavya mareşali Tito’nun ölüme yaklaşırken sarfettiği sözleri alıntılamayı isabetli görüyorum. Şöyle diyordu Tito: “Ben öldükten sonra toprak olacaksam, diriliş, ceza ve mükafat yoksa benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor. İtiraf etmek zorundayım. Ben Allah’a, peygambere ve ahirete inanıyorum artık.”

Bu ifadelerde, herkes gibi Tito’nun da anlam arayışı içerisinde mensubu olduğu mevcut değer yargısının kalbini ve ruhunu tatmin etmemesinden dolayı haykırışına tanıklık ediyoruz.


Laisizm-Demokrasi

     En kısa tanımıyla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak ifade edebileceğimiz laiklik kavramı, 1789 Fransız Devrimi ile ortaya çıkmış ve sonraları bir çok ülkede yayılma imkanı bularak buralarda toplumsal dokuda değişim ve tahribatlar yaratmıştır. Demokrasi ise antik Yunan’da ortaya çıkmış olup halkların yönetimi anlamını taşır. Bu ilkeye göre bir ülkede reşit durumda olan her yurttaşın katılımıyla bir referandum gerçekleştirilir ve en fazla oyu alan kişi devleti yönetmeye memur olur. Çoğunlukta hiçbir nitelik ve vasıf aranmaz. Bu da popülizme, entrikaya, yalana, dolana, her türlü istismara zemin hazırlar. Vatandaş kendi seçtiği kişinin iktidara gelmesininin sarhoşluğu içerisindeyken, o andan sonra ülke adına alınan hiçbir kararda söz hakkı olmaz. Özetle demokrasi için niteliksiz nicelik’in zaferi diyebiliriz.

 
       Laik paradigma, dinin kamusal alanda tek bir hükmünün dahi yürürlükte olmasını kabul etmez ve dini vicdanlara hapseder. Halbuki burada laik paradigma dinin işine karışıyor, dine müdahale edip, sınır koyuyor ve dine yeni bir tanım getiriyor. Evvela dinin özgün bir tanımı vardır. Bu tanım doğrultusunda din, toplumsal düzeni sağlamak için gönderildiğini belirtir ve dolayısıyla insanın olduğu her alana kural getirip müdahale eder. Laiklik bu gerçekliği yadsıyarak dine yeni bir tanım getirmiş olur ki bilen ve anlayan için bu bir zulümdür. Dini diğer disiplinlerden farklı kılan en önemli husus, beşeri değil ilahi oluşudur. Bu açıdan baktığımızda dine yeni bir tanım getirip yeni bir rol biçmek dini din olmaktan çıkarır. Bu da dinin yerine başka bir din ikame etmek olur. Dine karşı din. Durum böyle olunca da insanlığın iki yakası bir araya gelmemektedir. Bu ve benzeri ideolojilerin peşine takılanların din hakkındaki zanlarının cevabını Kur’an şöyle veriyor: “Onlar Allah’ı olması gerektiği gibi takdir edemediler.” Zümer/67

    İslam ve diğer paradigmalardan uzun uzadıya bahsedilebilir fakat böylesi bir çalışma bu makalenin hacmini fazlasıyla aşacağı için bu kadarıyla yetinmeyi uygun görüyorum. Son söz olarak da din ile alternatif paradigmalar arasındaki farkı anlayabileceğimiz bir ayetle yazımı noktalamak istiyorum:

“Hüküm yalnızca Allah’ındır. O kendisinden başkasına kulluk etmemenizi buyurmuştur. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler." Yusuf/40


Saygı, sevgi ve hürmetlerimle…
 

{ "vars": { "account": "G-Z2YJHG8WBW" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }