30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI –I–

Bu Mütareke ile Osmanlı İmparatorluğu fiilen yıkıldı, toprakları da İtilaf Devletleri’nin kendi aralarında yaptıkları gizli anlaşmalarla paylaşıldı; izlenen siyaset doğrultusunda da işgal edilmeye, parçalanmaya başlandı. Bu uygulama aslında sadece Osmanlı’ya yönelik bir parçalama politikasının sonucu olup diğer yenik devletlere yani Almanya ve Bulgaristan’a uygulanmıyordu.
İşgal karşısında Anadolu’da yer yer ayaklanan Türk halkı kısa bir süre sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün çevresinde toplandı ve güçlü bir Milli Mücadele’ye dönüştü. İtilaf Devletleri’ne karşı yapılan bu savaş aynı zamanda Osmanlıcılık ve Hilafetin temsil ettiği eski düzeni yıkmaya yönelmiş bir ihtilaldı. Çünkü Osmanlı hanedanı sadece kendi varlığını kurtarmak pahasına Türk Milletini unutmuştu. Üstelik işgalcilerle işbirliğinde bulunduğu için de dolaylı olarak vatanının paylaşılmasına yardımcı oluyor ne yazık ki ulus adına davranan kişilere ve güçlere de karşı çıkıyordu.
Bu süreçte İngilizler, Osmanlı Devleti’ne doğu uluslarına baktığı gibi ‘şarkiyatçılık’ gözüyle bakmakta, Türk Ulusu’nu padişahın buyruğu altında yaşayan bir sürü gibi görmekte, padişahı elde ederse bütün ulusun da avucunun içinde olacağını düşünmekteydi. Loyd George’nun planı, Rusya’nın güneyini güdümündeki devletler yardımıyla kapatıp, Hindistan’a uzanan yolları güvenceye almaktı. Bunun için İmparatorluktan bağımsızlığını kazanmış ya da hala içinde tebaa olarak yaşayan halklardan yana kartını oynadı. İlk olarak bağımsız Yunanistan’ı güçlendirerek Osmanlı’nın üstüne salıp Batı Anadolu’yu Yunan kolonisi haline getirmeye çalıştı. Bu sayede Karadeniz’in güneyini emniyete almış olacaktı.
Zaten Yunanlarda ‘Megali İdea’ları doğrultusunda buna hazırdılar. Öte yandan, Doğu Anadolu’ya yoğun olarak yaşayan Ermenileri de kışkırtarak bir bağımsız (sözde) Ermeni Devleti oluşturup, Güney Kafkasya’yı bloke etmek niyetindeydi. Bütün bu planlarının ilk adımı olarak İngiltere, Yunan askerlerini 15 Mayıs 1919 ’da İzmir’i işgal ettirdi.
Padişah ve hükümeti görevini yapmadığı için tehlikeyi yenmek, vatanı kurtarmak ve bağımsızlığı korumak yine Türk ulusuna kalmıştı. Bu ancak ulusal bir birliğin tesis edilip Milli Mücadele’ye katılma yoluyla sağlanabilirdi. Hâlbuki Osmanlı yaklaşık son on yılını cepheden cepheye koşuşturmakla, savaşmakla geçirmişti. Özellikle yüz binlerce erkek nüfusunu kaybetmiş, köylü ile şehirdeki işçi ailesi ekonomilerini yitirmiş, sefalete ve sosyal çöküntüye uğramıştı. Halktaki bu bezginliğe birde hükümetin basiretsizliği eklenince hâkim düşünce yeni bir savaşı Osmanlı’nın kaldırmayacağıydı. Almanya ve Avusturya ile birlikte yenemedikleri bu koca devletleri (Düvel-i Muazzama) şimdi tek başına mı yeneceklerdi?
Bu yüzden başlangıçta halkın belli bir süre işgallere tepki göstermediği, ufak tefek pasif direnişin dışında kaderine razı gelmiş görüntüsü hâkimdi. Sanki işgal kuvvetlerini iyice kızdırmadan mevcut durumu korumak, daha kötüsünden sakınma gayesi vardı. Çoğu yerde Milli Mücadeleciler tepkiyle karşılanıyor, yaşanan bu acıların onların maceracı heveslerinden kaynaklandığına inanılıyordu. Baş gösteren asker ve subay nefreti mücadele günlerinin ilk yıllarında asker toplama ve direnişi örgütlerken, görevlendirilen bazı subayların üniforma yerine sivil giyinmelerine bile neden oldu. Çünkü halk asker olmaktan ve emir altına girmekten çok çete olmaktan yanaydı ve gerçek direnişi ve örgütlü mücadeleyi başaracak olan düzenli orduların kurulmasını ilk bakışta zorlaştırıyordu.
Bu yüzden mücadelenin ilk zamanlarında milis kuvvetlerinden yararlanılmış daha sonra askeri teşkilatlanmaya gidilmiştir. Bunda Osmanlı Hanedanı’nın işbirlikçiliği ve Milli Mücadele karşıtı çalışmaları yüzünden halkın hala Padişah ve İstanbul Hükümeti’ni meşru sayması, onun dışındaki faaliyetleri kanun dışı kabul etmesi de etkendir. Bu yüzden halk başta işgale karşı olmamış ve mücadeleye katılma konularında bir sorumluluk hissetmemiştir. İzmir’in işgali ve Aydın-Denizli civarına Yunan ilerleyişinin uzun süre tepkisiz kalması hatta İtalyanlara davet çıkarılması, Kuva-yı Milliyecilerin engellenmeye çalışılması ve bazen de Yunanlılarla birlikte hareket etme gibi davranışlar dahi gözlenmiştir. Halkın galeyana gelmesi asıl düşmanın ‘din ve namus’ ilkelerine yaptığı saldırı ve tecavüzlerle oluştu.
İşte Milli Mücadele böyle bir ortamda başladı. Bir Ulus ki gerekli askeri gücü yaratarak tarihinin en büyük savaşlarından birini verecek ve tüm dünyaya “Türklerin bağımsız olmadan asla yaşayamayacaklarını” haykıracak sonra da sömürgeci imparatorluklar altında ezilen mazlum diğer uluslara örnek olup böylesi imparatorluklarında sonunu hazırlayacaktı. Yani kısacası ‘Türk Mucizesi’ni gerçekleştirecekti. İşgale gerekli asıl tepkiyi dış basımdaki yankılarını takip edebilen ülke aydınları ile kişisel çabalarla kitlesel direnişi gerçekleştiren vatanseverler göstermişlerdi.
Bir de buna ülke içinde kurulan yerel cemiyetlerde eklenince mücadele yönünde adımlar atılmaya başlandı. Bunlardan en başta gelenleri ‘Red-i İlhak’ ve ‘Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ni sayabiliriz. Başlangıçta tüm ülkeyi kapsamayıp daha çok yöresel kurtuluşu hedefleyen, İstanbul başta olmak üzere Anadolu’nun bazı vilayet ve kasabalarında örgütlenen farklı tarz ve çalışmalarla bölge halkının hak ve hukukunu savunmayı amaçlayan bu örgütlerin en önemli çalışması milli kongrelere temel teşkil etmeleridir.
Osmanlı Hükümeti’nin idaresi dışında yaptıkları çalışmalar herhangi bir politik gayeden uzak, partileşme amacı gütmeyen tamamıyla milletçe selameti yani kurtuluşu amaçlıyorlardı. Yöntemleri ise kınama amaçlı toplantılar düzenlemek, basın yoluyla seslerini yurt içi ve dışında duyurmak, diğer Avrupa Devletleri’ne şikâyet ederek yardım istemekti.
Kurtuluş Savaşı kimlere karşı yapıldı sorusunun cevabı hem dıştaki düşmanlara hem de içteki düşmanlara karşı olmak üzere iki ayrı kuvvete karşı yapıldı olarak özetleyebiliriz. Unutmayınız! Damat Ferit Paşa Hükümeti dıştaki düşmandan farksız milli mücadeleye büyük zarar vermiştir. Hatta Şeyhülislamın halk üstündeki gücünü de bazen kullanarak düşmandan daha etkili olmuştur bile diyebiliriz. Köprülü Hamdi Bey, Edremit yöresinde Yunanlılara karşı mücadele verirken maalesef Aznavur kuvvetlerince şehit edildi. Aznavur kuvvetleri Padişah Vahdettin ve Damat Ferit’in kontrolünde İngiliz ve Yunan kuvvetleriyle birlikte hareket eden Milli Mücadele karşıtı bir oluşumdu.
 
 
 
İşte bu ahval içinde düşman işgalinin artmasıyla, sağduyulu ve vatansever oluşumlar da hız kazandı. Ordu ve sivil halk içinde silahlı mücadele eğilimi baş gösterdi, gönüllüler yani efeler ortaya çıktı. Bu kuvvetlerden Batıda Yunanlılara, Güneyde Fransızlara, Trakya’da yine Yunan, İzmit’te Padişah ve Doğu Anadolu’da Ermenilere karşı yararlanıldı. Bütünlük içermeyen ama doğrudan ulusal tabanlı cepheler oluşmasına neden olan bu halk hareketine Batı’da Kuvva-yı Milliye dendi.
Kuvay-ı Milliye Mustafa Kemal’e göre yeterli değildi ve bir birlik halinde daha örgütsel bir direnişe yani asıl mücadeleyi omuzlayacak düzenli orduya gereksinim vardı. Bu amaçla 22 Haziran 1919’da Mustafa Kemal bir ihtilal bildirgesi özelliğini taşıyan ve Sivas’ta toplanacak kongrenin de davetini yapan tarihi ‘Amasya Tamimi’ni yayınladı. Bu ulusal program; düşmanlara karşı ulusal direnişin gerekliliğini dile getirmesi açısından Türk Ulusu’na bir çağrı, verdiği bağımsızlık mesajları yönüyle İtilaf Devletleri’ne bir savaş bildirgesi ve saraydan bağımsız ulusal bir direnişi örgütlemesi yönüyle de İstanbul Hükümeti’ne yani padişaha da bir başkaldırı niteliğindeydi.
Bu arada Doğu Anadolu’da bir Ermenistan Devleti kurulması tehlikesine karşı İstanbul’da kurulan “Vilayet-i Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”nin Erzurum şubesi, bütün Doğu bölgesinin katılmasıyla Erzurum Kongresi’nin toplanmasına önayak oldu. (Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Brest-Litovsk Antlaşmasıyla Doğu bölgelerinin toprak bütünlüğü sağlanmış, ancak İtilaf Devletlerinin bu antlaşmayı tanımamalarından cesaret alan Ermeniler Doğu illerine saldırmaya başlamışlardı). Mustafa Kemal’de kendisine İstanbul Hükümeti’nce yapılan baskılara dayanamayıp askerlikten istifa etti ve çalışmalarına bundan sonra bu ülkenin sade bir vatandaşı olarak devam edeceğini açıkladı.
23 Temmuz 1919’da toplanan Kongre, vatanı bölünmez bir bütün kabul eden ve İstanbul Hükümeti’nden ayrı bir siyasi otorite olarak ‘Heyet-i Temsiliye’nin kurulması gibi çok önemli kararlar aldı ve bu ulusal birliğin sağlanması ve meclis denilebilecek ilk siyasi çatının oluşturulması demekti. Amasya Genelgesi ile ortaya çıkan “ulusun kurtuluşu gene ulusun iradesi ile mümkündür” savı bu kongre de alınan ‘Kuvay-i Milliye’yi etken ve ‘İrade-i Milliye’yi üstün kılma esastır” maddesiyle daha da belirginleşiyordu.
Ayrıca Sivas’ta bir kongre yapılması kararlaştırılıp cemiyetlerin birleştirilmesi gibi eksikliklerin giderilmesi de planlandı. Bununla birlikte Batı Anadolu’da da bu toplantılardan kopuk ama aynı amaçlı başka kongreler de yapılıyordu: Bunlar; Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri’dir. Bu Kongrelerde alınan kararlar da kısaca Yunan cephesi üzerine ve dolayısıyla Kuva-yı Milliye’yi daha düzenli hale getirmek üzerine yoğunlaşıyordu. Bu kongreler bir anlamda Sivas’ta yapılacak toplantının daha geniş tabanlı olmasını sağlıyor ve gerçekleşmesine yardımcı oluyordu.
Sivas Kongresi 4 Eylül 1919'da Mustafa Kemal Paşa'nın “davetçi” sıfatıyla başkanlık kürsüsünden yaptığı konuşmayla açıldı ve “başkanı” olarak 11 Eylül’de yaptığı bitiş konuşmasıyla sona erdi. Kongre çok tartışmalı geçmiş ve amacından bazen sapmıştır. Özellikle mandacılık tartışmaları, Mustafa Kemal’i oldukça sıkıntıya sokmuştur. Mustafa Kemal’in oy birliğiyle başkan seçildiği kongre, Erzurum Kongresi Kararları’nı aynen kabul edip genelleştirmiş ve bütün millî cemiyetleri de  “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında birleştirmiştir.  
 
(Sürecek…)
{ "vars": { "account": "G-Z2YJHG8WBW" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }