3-5-2

Bugünlerde bir hesaplaşma muhabbeti aldı yürüdü. İktidar, planladığı eğitim modelini uygulamak için düğmeye basarken, muhalefet de ‘Sekiz yıllık zorunlu eğitimin hesabını görüyorlar’ demeye başladı.
Diğer taraftan bir başka kurumun başkanı çıktı, diyesi ki ‘Geçmişle hesaplaşıyoruz derken, yargıyı kuşatıyorlar, bir başka vesayet oluşturuyorlar; buna izin vermeyiz’.
Öbür yanda, yolların gediklileri cart curt senliler çıkıyor, ‘Buna karşıyız, kahrolsun Akepe.’
Eee?
Şimdi soralım kendimize, geçmişle hesaplaşmak ne demek?
Bana göre şöyle; birisi iktidara geldiğinde filancanın oğlunu işten kovmuştur, diğeri de geldiğinde onun oğlunu işten kovar. İşte bu hesaplaşmadır.
Birinin uygun gördüğü bir sistemi kendisine yetki ve görev veren insanların talepleri doğrultusunda uygulama girişimleri, çabaları bir hesaplaşma mıdır? Hayır, elbette değildir. Aksine bunu hesaplaşma gibi göstermek, içi boş bir safsatadır.
Kılıçdaroğlu bağırıyor televizyonda, ‘Neymiş, 9 yaşındaki çocuğa soracakmışız sen ne olmak istiyorsun diye, o da karar verecek. Yahu dokuz yaşındaki çocuk nerden bilsin.’ Bugün çocukların pedagojik açıdan yapılan değerlendirmeleri neticesinde daha mesleki eğilimleri üç, dört yaşlarında tespit edilebilirken, zeka düzeyleri çok küçük yaşta belirlenirken, dokuz yaşındaki çocuk nereden bilecek diye soruyorsanız, sizin memleketin önünü açacak projeler üretme kabiliyetinizi de sorgulamak lazım.
Daha düne kadar üniversite öğrencisine, mesleki eğitimiyle hiçbir bağı olmayan ihtilal kalıntısı dersler zorla okutuluyordu bu ülkede. Üniversiteler başta olmak üzere birçok kurum, ‘Laik’ çerçevede tanımlanmış, ancak dini ‘Musaftaki Kur’an-ı Kerim’den ibaret’ zanneden beyinlerin idare etmeye çalıştığı bir ülkeydi. Dinsizliğin adını laiklik koymayı becermiş insanların, halkın gönlündeki taleplerin birer birer uygulamaya geçirilmesine sessiz kalmalarını elbette beklemiyorum. Bununla birlikte laf söylemeden de edemiyorum.
Sözün özü, bugüne kadar bu ülke ihtilallerin doğurduğu kurumlar, ihtilallerin ürettiği yasalarla idare edildi. Halk belki de gerçek anlamda hiç iktidar olamadı. Zira önünde hep herkesin eleştirdiği ama kimsenin de dokunmaya cesaret edemediği, ‘İhtilal kaleleri’ vardı. Bu kaleleri kim mi kurdu? İhtilalleri kim mi oluşturdu? Esas bunları sorgulayalım. Belki de Kenan Evrenle birlikte ‘Mağdurum da mağdurum’ diye gündemde kalmayı başarmak adına müdahil olmayı seçenler aslında sanık olması gerekenler çıkabilir. Demedi demeyin.
Bu ülkenin evlatları Güneydoğu’da ülkenin ilk barajlarını yaparken tek tek köylüyü dolaşıp, gazetelere çıkıp, ‘Bu demokratlar bu barajları neden yapıyorlar biliyor musunuz? Bunların asıl niyeti, sizi suların altında bırakıp yok etmek. Burada köstebek çok. Yarın bugün köstebekler bu barajların duvarlarını delecekler, biriken sular da ovaları basacak, köyleri yutacak’ diyecek kadar basitleşebilen neslin mirasçılarından ne beklenir ki?
Alın işte, daha dün referandumda çırpındılar, ‘Yalan, yargılanamaz, bu bir kandırmaca’ diye bağıran zevat bugün ‘En çok mağdur biziz’ diyor. Hani yalandı, dolandı? Kişi kendinden bilirmiş işi. Siyasi ömürleri yalan dolan üzerine kurulu bir sistemin, yukarıda anlattığım gibi, ‘Asıl niyetleri sizi öldürmek’ diyebilecek kadar halkından nefret eden insanların başka ne yapması beklenir?
Cevap: Elbette 4+4+4 için ‘Bu bir aldatmaca, rant kavgası vsvsvs’ demesi.
Mesele taktikse biz de anlıyoruz az çok bu konulardan… Bugüne kadar 9-1 taktiği ile yani tamamen savunmada oynadık halk olarak.
Hesaplaşma mı? Valla kumdan kaleleri elden gidence ağlayanlar adını ne koyar bilemem.

Bana göre bunun adı:

3-5-2
{ "vars": { "account": "G-Z2YJHG8WBW" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }